1 Ekim 2011 Cumartesi

TAŞINDIK...

Artık burdayız...

http://kayiptansesler.blogspot.com

Kapı açık... Zili çalmanıza gerek yok... Çocuk uyuyo...

TAŞINDIK...

Artık burdayız...

http://kayiptansesler.blogspot.com

Kapı açık... Zili çalmanıza gerek yok... Çocuk uyuyo...

30 Nisan 2011 Cumartesi

BU KİM YAA??

Bütün yazılara KV ile ilgili saçma sapan yorumlar yapan ADSIZ...

0-6 yaş grubunun yazılara yorum yapması yasaktır...

Lütfen çocuklarınızı alandan uzak tutun, çiçeklere basıyorlar, daha yeni suladım...

Töbe töbe...

27 Haziran 2010 Pazar

FAYDASI YOK....

Bizim Türkiye'de ne yazık ki işler böyle yürüyor...

Televizyon bazında daha önce ülkemizde hiç denenmemiş bir tekniği deniyorsunuz diyelim...

Ezel dizisini örnek verebiliriz...

Ezel'in kullandığı teknik yıllardır kafamda hamurunu yoğurup bir türlü fırına veremediğim bir teknikti... Zira bundan aşağıda KOMPLO başlığı altındaki yazılarda bahsettim... Benim o yazıları yazdığım tarih buraya eklediğim tarihten daha eski... Ve o tarihlerde Ezel dizisi ortada yoktu. Hatta böyle bir dizinin planlandığına dair bir haber bile yoktu ortalarda...

Çok normal karşılıyorum...

Çünkü Ezel'in kullandığı teknik aslında Lost'un tekniğidir...

Benim aklımdaki de aynen budur... LOST tekniğidir... Hikayeyi LOST tarzıyla anlatmaktır...

Biliyorum...

Ezel dizisinden sonra aynı tekniği kullanan onlarca dizi olacak piyasada... Ve bu diziler hep

"EZEL'i taklit ediyorlar"

diye suçlanacak... Çünkü televizyon dünyasında ilk olmak her zaman önemlidir... Hele ilk olup tutulursan sana benzeyen 40 tane yapım gelir arkandan...

ASMALI KONAK'tan sonra konaklı ağalı diziler...

KURTLAR VADİSİ'nden sonra ağalı mafyalı diziler...

YAPRAK DÖKÜMÜ ile beraber aşk,entrika vs...

ÇOCUKLAR DUYMASIN ile aile sit-comları...

ve

EZEL ile birlikte gizemli, karışık, intikam öyküleri...

"Ekol olamazsan ekolun bir kolu olmaya mahkumsun..."

İşte ben de Ezel ekolunun bir koluyum...

Zaten artık ümidim kalmadı...

Hem içinde bulunduğum sosyo-kültürel ve ekonomik durum da zaten senaristliğe müsade etmiyor...

Artık ben kendim için yazıyorum...

Sadece kendim için...

Kendim yazıyorum, kendim okuyorum... Kafamda kendi sahnelerimi kendim çekiyorum... Kendi yazdıklarımı kendim yorumluyorum... Hatta senaryoma kamera hareketleri bile yazıyorum... Senaryo içinde edebiyat yapıyorum, şekil olayını aştım, özde fani oldum... Sureti bıraktım asılla uğraşıyorum...

Size bir şey diyeyim mi?

Ben bu işten çok zevk aldım... Kimseye beğendirme gibi bir çaba olmayınca insan daha samimi olabiliyor... Özgür davranıyorum... Holivut sinemasının bile çekerken zorlanacağı sahneler yazıyorum pervasızca...

Size de tavsiye ediyorum...

Zaten yakında bir blog daha açacağım... Senaryomu orda açık açık yazacağım... Çalan çalsın da, ben de oturup izliyim...

:)

20 Mart 2010 Cumartesi

EZEL DEĞİL ECEL....

Başa gelen çekilir...

Yıllar boyunca, kafanı her yastığa koyduğunda aklında uçuşan düşüncelerin toplamını ertesi gün televizyonda, gazetede, internette görmek....

Tükettiğin kağıtların, kotardığın dosyaların, içtiğin tonlarca kahvenin,çayın, okunan sayfalarca kitabın, bir satırı teyit etmek için halk kütüphanesindeki bütün ansiklopedileri tararken çektiğin acının bir gecede boşa gittiğini ve yanında sadece tatlı bir tecrübe olarak kaldığını görmek....

Cesaret edilen şeyi yapmak için harekete geçmek üzere hazırlık yaparken başkalarının senden çok önce cesaretlendiğini görmek...

EZEL değil ECEL'dir...

Ezel dizisini yazanları tebrik ediyorum...

Yıllardır üzerinde çalıştığım şeyleri bana gerek kalmadan ekrana yansıttıkları için ve benimle aynı fikirleri ürettikleri, benimle fikirdaş oldukları için onları alınlarından öpüyorum...

***

Bir projenin başına daha ne gelebilir?

KV PUSU'da Cevat karakteri...

AYNADAKİ DÜŞMAN....

EZEL...

Bu üç dizi de projemin üzerinden 8 dingilli silindir gibi geçmiştir....

Allah onlardan razı olsun...

....

:(

4 Eylül 2009 Cuma

FİLM NOTLARI - 4

CAPE FEAR (1991)

Yine bir Martin Scorsese filmi... Ama bu sefer gangster değil, gerilim. Robert De Niro bir psikopatı canlandırıyor. Evet rol yapmıyor, resmen yaşıyor. Filmin hikayesi de iyi sayılabilecek düzeyde. Görsel anlamda çok bir şey vaad etmese de, hatırı sayılır bir film olduğu kesin.

CASİNO (1995)

Martin Scorsese'nin tarzını Goodfellas'tan sonra en iyi yansıtan filmi. Her zaman olduğu gibi başrolde yine Robert De Niro ve Joe Pesci var, extra olarak de çıtır Sharen Stone. (1995'ten bahsediyorum, günümüzden değil) Ancak film sinematografi olarak hikaye kurgusunun bir adım önünde. Kamera açıları, hareketleri, ışıklar ve tabi ki kalabalık ve zor prodüksiyon. Zaten büyük yönetmenlerin büyüklükleri de kalabalık ve çetrefelli prodüksiyonların altından kalkabilmesinden gelmektedir.

Örneğin, Ridley Scott'un Black Hawk Down filminde yakın planda 2 asker konuşurken arkada bir ordu sevkiyatı yaşanması... Coppola'nın The Godfather Part II filminde Robert De Niro'nun omzunda sepetle pazara girdiği sahne... Yine Coppola'nın Apocalyps Now'daki Napalm sahnesi... Spielbergin Saving Private Ryan'daki açılış sekansı... Bunlar hep büyük yönetmenlerin işleridir.

İşte Scorsese de Casino'da bu işi en orta kalitesinde icra ediyor. Film 3 saat ama, izlerken sıkıldım diyen biri varsa burada hesaplaşmaya hazırım... :)

USUAL SUSPECTS (1995)

Fiuuvvv.... Waaooowww... Ben ömrümde böyle final görmedim... İMDB Top 250 'de ne aradığını son 5 dk'ya kadar anlamadım. Ama film bittiğinde olduğu yerden daha iyisini hakettiğine inandım.

ANGELS & DEMONS

Kitabını daha önce okumuştum. Filmi ilk anons edildiğinde de merakla beklenenler listesine almıştım. Özellikle senaryosunu David Koepp'in yazdığını ve yönetmenliğini Ron Howard'ın yaptığını duyunca merakım artmıştı. Nitekim bu merakıma da değdi diyebilirim. Sinemasal anlamda güzel ve heyecanlı bir 2 saat... Kitaba nispeten bağlı kalınmış ama, bu uyarlama olaylarında insanların yanlış bir bakış açısı var.

"Film, kitaba bağlı kalmamış, o yüzden güzel değil"

Böyle bir şey olabilir mi ya? Zaten roman ve sinema her ne kadar iç içe gibi görünselerde teknik anlamada faklı kulvardadırlar ve çalışma alanları tamamen birbirine uzaktır. Bu filmi çekenler kitabın aynısını çekmiyorlar ki, kitaptan uyarlama bir senaryoyu çekiyorlar. Uyarlama senaryolar senaryo hocalarına göre 4 kısımdır:

1-Kitap, tamamen senaryo yazım tekniklerine ve sinematografiye uygundur. Hiç bir yeri değiştirilmeden, dramatik yapıya dokunmadan senaryolaştırılıp filme çekilir.

2-Kitap, sinematografiyle edebiyat arasında bir yerdedir. Dramatik yapıda bazı oynamalar yaparak hikaye, senaryo yazım tekniklerine elverişli hale getirilir. Angels & Demons da bu şekildedir.

3- Kitap, sinematografiye uygun değildir, o yüzden sadece içindeki karakterler alınarak, farklı bir hikaye yazılır ve uyarlanır.

4- Hem karakterlerde hem de hikayede büyük oynamalar yaparak uyarlama yapılır. Burada karakterlerin isimleri farklıdır, olaylar kitaptaki gibi ilerler. Bu genelde pek kullanılmaz...

O yüzden uyarlama senaryoları ezbere ve aşırı öznel bir şekilde değerlendirmek yanlıştır. Yukarıdaki maddelere dikkat edilmesinde faydalar mülahaza edilmektedir.

30 Ağustos 2009 Pazar

FİLM NOTLARI - 3

THE BOY İN THE STRİPPED PYJAMAS (2008)

John Boyne'nin romanından uyarlanmış enfes bir film. Schindler's List'i izlemek henüz nasip olmadı ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, şu ana kadar izlediğim en güzel "Yahudi Soykırımı" filmi. Masmavi gözlü bir çocuğun gözünden, aynı konulu diğer filmler gibi hiç bir şekilde "duygu sömürüsüne" mahal vermeden o dönemi yansıtmayı başarmış. Çocuklar süper rol yapıyor, Eva Farmiga ise sadece olağanüstü güzellikteki gözleriyle oynuyor, müzikler süper, hikaye süper, final çok süper... Tavsiye edilebilitesi yüksek... İzleyin kesin...

12 MONKEYS (1995)

En iyi zaman yolculuğu filmleri kategorisinde ilk 10'a girmeyi başarmış güzel bir film. Artık bu tarz filmlerin hikaye tarzlarıyla çok ilgilenmiyorum. Çünkü onlar hikayelerinden ziyade yansıttığı başka şeyler itibariyle bulundukları yeri haketmişler. Ama bu filmin eli düzgün bir hikayesi hali hazırda mevcut. Güzel...

RAGİNG BULL (1980)

Total Film dergisinin yayınladığı gayri resmi listeye göre Martin Scorsese dünyanın en iyi ikinci yönetmeni. Birincisi kim mi? Tabi ki Alfred Hitchock... Ve ben Martin Scorsese'nin bulunduğu yeri fazlasıyla hakettiği gerçeğine bu filmle şahit oldum resmen. Baş yapıt... Araştırın ve bulup izleyin. Yazacak bir şey bulamıyorum zira... Elim ayağım birbirine dolaşıyor.

DR. SRANGELOVE ..... (1964)

Stanley Kubrick'e selam çakmadan olmaz. Soğuk Savaş ve daha bir çok politik sorunsala kara mizah cenahından yaklaşarak çektiği bu film onun en iyi eseri olarak nitelenir. Bugün çekilse o kadar anlam ifade etmeyebilir ama, soğuk savaşın en cafcaflı döneminde böylesine cesur söylemler taşıyan bir film çekmek yürek ve bilek ister. Ayrıca IMDB tarafından en iyi komedi filmi seçilmiştir. Kubrick abi bu. Adam aksiyon, savaş, bomba, psikopatlık, mizah karışımı bir film çekiyor ama film mezkur mertebeye layık görülüyor. Zaten böyle olmasaydı Kubrick, Kubrick olamazdı vesselam... Hemen izlenmeli, saklanmalı, üzerine sayfalarca yazı yazılmalı...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

FİLM NOTLARI - 2

SHAWSHANK REDEMPTİON (1994)

Aslında filmle ilgili çok fazla bir şey söylemye gerek yok. Zaten istatistiklerdeki konumu onu yeterince betimliyor. Stephen King'in romanından uyarlama bir filmdir kendisi. Özellikle esarete, cesarete, dostluğa, kararlılığa yaptığı göndermelerle belki de edebi bir metin niteliğinde. Morgan Freeman manyak bir adam. Bu kadar güzel çaresiz insan rolünün altından başka kimse kalkamaz.



PHİLADELPHİA (1993)

Tom Hanks'e, en iyi actor oscarını kazandıran film. Denzel Washington ile birlikte döktüre döktüre bi hal oluyorlar. Özellikle Tom Hanks'in AIDS'li rolünü başarıyla itmam etmesi de Academy üylerinin dikkatini çekmiş. Zaten, zorlu süreçleri olan hastalıkları en iyi yansıtan oyuncular genelde Oscar'a layık görülüyorlar. (Rain Man'daki Dustin Hoffman'ın otistik rolünü hatırlayın)

Film için çok fazla bir şey denmez aslında. Gay'leri dışlamayın, onlar da bizim evladımız mesajını veriyor o kadar. Başka da bi şey yok.

ANNİE HALL (1977)

Woody Allen'e Oscar kazandıran film. Deane Keaton ile beraber oynuyorlar başrolde. Woody Allen'in Osman Sınav'a benzediği zamanlar. Ama ben filmden sonra şuna kanaat getirdim: Woody Allen tam bir manyak. Film boyunca aralıksız konuşuyor. Neden Oscar aldığını henüz çözemesem de eğlenceli bi film... Enteresan...

VANTAGE POİNT (2008)

Güzel, hoş ama her zaman ki gibi klasik aksiyon filmlerinden değil. Özellikle hikayesini anlatma tarzı güzel. Farklı bir şey denenmiş. Ama o sondaki ambulans sahnesinde yarıldım gülmekten.

GOODFELLAS (1990)

Gelelim Martin Scorsese'e... Bu adamın filmleri çok eğlenceli geliyor bana. Kendisi de Francis Ford Coppola gibi İtalyan asıllı olduğu için midir nedir, onun da objektifi hep Gangster dünyasında. Genelde yaptığı filmler piyasa filmi niteliğinde olsa da, içinde her zaman insani değerlere ilişkin bir sorgulama mekanizması çarkı dönüyor.

Goodfellas ise hikayesiyle, oyunculuğuyla sinema tarihine adını çoktan yazdırmış. Ben çok beğendim. Suç dünyasına ilişkin bir güzelleme... :)

THE DEPARTED (2006)

40 yıl sonra Martin Scorsese'e Oscar kazandıran film. 40 yıl sonra dediğim, Scorsese 40 yıl önce Oscar almadı. 40 yıldır Oscarlık filmler yapmasına rağmen bir türlü alamadı. İşlediği konular yüzünden Academy üyelerinin hep ters baktığı bir isim oldu. Ama şeytanın bacağını da kırdı en sonunda. Özellikle oyuncu kadrosu süperdir filmin. Ama The Departed eski başyapıtları kadar başarılı olmamasına rağmen Oscar almıştır ki, bu da Scorsese'nin talihi, ya da talihsizliği olsa gerek.

TAXİ DRİVER (1976)

Ben hiç birşey demiyorum. Araştırın, izleyin...

Scorsese'nin kendini aleme tanıttığı film. Robert De Niro... "Are you talking to me?" Çok yüzeyse ve basit görnmesine karşın içinde barındırdığı yüzbin tane anlamı sahnelerin içine, hatta oyuncuların gözlerine yedirmiş Scorsese... Helal olsun... Valla helal olsun. Ha bu arada, film, Cannes'te Altın Palmiye de almıştır. Hatta Amerika'da olay olmuştur. İnsanlar kahraman Travis Bickle gibi yeşil mont giyip, gangster avlamaya başlamışlar ve Scorsese'e bu yüzden dava açılmış... Demek ki böyle şeyler sadece biz de yaşanmıyormuş...

25 Ağustos 2009 Salı

FİLM iZLEME REHBERİ

Biz, genç ve hevesli sinemacı adayları için film izlemek olağan işlerden biridir. Ama bu olağanlık, ciddiyetsizlik ve düzensizlik manasını ihtiva etmemektedir. Film izlemek her yönüyle çok büyük ciddiyet gerektiren bir iştir. Aksi takdirde boşa geçen 2 saatin hesabını vermek zorunda kalabilirsiniz. Kime mi?

Tabi ki kendinize...

***

Bu yazıda film izlemenin adab-ı muaşereti, bir yol haritası olduğunu anlatmaya çalışacağım acizane, nacizane... Kem göze değil, istifade etmek isteyene... (kahve falı gibi oldu lan!)

***

Şimdi efendim... Malumunuz Türkiye'de orta kuşaktaki insanların hemen hemen hepsi az da olsa film izliyor. Yani Türkiye'de en yüksek gişe rakamlarına da baktığımızda 4,5 milyon gibi bir rakama ulaşıyoruz ki bu sadece sinemaya gidenlerin sayısı. Bir de bunun DVD, VCD, TV, KORSAN gibi çeşitli teknolojik mevyeler sayesinde izleyenleri de var. Onları da hesba kattığımızda Türkiye'de film izleyen mutlu azınlığın sayısına ulaşabiliyoruz.

Şimdi burada biraz bencillik yapmamız lazım...

Bizler sinemacı adayları olarak bu rakamların neresinde yer alıyoruz?

Bu sorunun cevabı normal şartlar altında "Hiç bir yerinde" olması gerekir.

Neden?

Devam edelim...

***

Bir insan neden film izler?

Çok basit... Güzel vakit geçirmek için...

Peki bir sinemacı insan neden film izler?

Güzel vakit + sinema tecrübesi...

Demek ki bizlerin sinemaya bakışı daha farklı olması gerekir... Peki bu farklılığı nasıl yakalayacağız?

Devam edelim...

***

1-) Film seçiminde dikatli olmak en önemli koşuldur. Herhangi bir Divx sitesine girip, yeniler kısmının ilk sırasındaki filmleri indirip izlemek sinemacıya yakışmak... Film seçimi 4 kategoriye ayrılır:

a-) Oyuncusuna Göre Seçim: Ciddi manada film izlemeye yeni başlayanların tercih edeceği yoldur. Zira bu insanların sinemacılar hakkında çok fazla malumatı olmadığı için, görünen yüzleri, yani oyuncuları takip ederler ki ilk başta olması gereken de budur. Mesela, Denzel Washington'un filmleri, Will Smith filmleri, Clive Owen filmleri gibi...

b-) Yönetmenine Göre Seçim: Ciddi manada film izlemek isteyen insanların ikinci kademesini teşekkül eder. Bu insanlar artık oyuncuya göre değil, yönetmeninine göre film takip eder olmuşlardır. Yönetmenin tarzı, çekim teknikleri, kullandığı sinema dili, görselliği gibi konuları merak ederek işe koyulurlar ve bunlar hakkında yorum yaparak yönetmen hakkında kendi çaplarında bir kanıya varmaya çalışırlar. Coppola Sineması, Scorsese Sineması, Antonioni Sineması gibi...

c-) Senaristine Göre Seçim: Bu kategori pek az rastlansa da "Yönetmene Göre Seçim" kısmının biraz üstündedir. Çünkü genelde yönetmenler kendi yazdıkları senaryoları filme çekerler. Ama bunun yanında William Monahan, David Koep, Terry Rossio, Charlie Kaufmann gibi salt senaristlik yapan abiler de mevcuttur. İşte bu evredeki insanlar da bu abilerin filmlerini takip ederler.

d-) Sinema Diline Göre Seçim: Bu kısımda yer alan insanlar, Kohlberg'in Ahlak Gelişim Kuramı'ndaki "Evrensel Ahlak" kısmında yer alan insanlar gibidirler. Yani aşmışdırlar ve sinema izleyiciliğinin son noktasını temsil ederler. Film tercihlerini "İtalyan Gerçekçiliği, Rus Devrim Sineması, Fransız Sineması, İran Sineması, Kuzey Doğu Avrupa Sineması" gibi kategorilere ayırarak izlerler ve yukarıda saydığımız üç maddeye de vakıftırlar. Zaten ilk 3'ü aşmadan 4'e ulaşmak na-mümkündür.

2-) Film izlemek zaman, emek ve yüksek miktarda Konsantrasyon ister. O yüzden sıkışık zamanlarda film izlemeye çalışmayın.

3-) İzlediğiniz filmleri tekrar tekrar izlemekten sıkılmayın. Bu bir zorunluluktur. Zira Martin Scorsese, "Ben bugün bir Taxi Driver çekebildiysem, bunu sevdiğim filmleri tekrar tekrar izlemeye borçluyum" der.

4-) İlk izlediğiniz de olmasa bile, (aslında olması gerekir) ikinci izleyişinizde yanınızda mutlaka kağıt kalem bulundurun. Siz bir sanatçısınız ve sizi cezbeden yerleri,noktaları, görüşlerinizi, özgürce yazma hakkına sahipsiniz. En nihayetinde VİVA LA LİBERTAD!!

5-) Yeni çıkanları da kaçırmamak ve ihmal etmemek şartıyla daha çok eski filmleri izlemeye çalışın. Çünkü arık gelişen teknolojiyle birlikte daha insani filmler az yapılır olmaya başladı. Bunda Holivud'un kapitalist zihniyetinin de çok büyük payı var. Ama en büyük suç izleyicide.

6-) İzlediğiniz filmleri bir liste halinde düzenleyin ve vizyon tarihine, yönetmenine, senaristine, oyuncusuna dikkat edin. Arada bir bu listeyi alıp okumak, incelemek zihninizi açacaktır. Böylece işe daha fazla vakıf olursunuz...

7-) http://www.imdb.com/ gibi bir nimeti kesinlikle göz ardı etmeyin. Buradan her türlü sinemacıyı takip etmek çok kolay... Eski filmleri, gelecek filmleri vs...

8-) En önemlisi ise sinemaya gitmek... Hocam GEZGİN'e göre, sinemada film izlemek çok kutsal bir iştir. Ciddiyet ister. Cebinde parası olan sinemacı adayı vakit buldukça, parası olmayan sinemacı adayı ise cebinde parası oldukça sinemaya gitmelidir.

9-) Sinemaya gitmekten de daha önemlisi... Yazmak... Evet yazmak.... İzlediğiniz her filmin sonunda bir cümle de olsa yazın... Örnek: "Bu ne lan? Böyle film mi olur?"

Diyebilirsiniz ki bunu yazmanın ne faydası var? Şöyle ki, siz bu kısa cümleyi yazmakla aslında çok şey ifade ettiniz. Bu kısa cümle sizin zihninizdeki uzun cümlelerin kolaya kaçılmış dışa vurumu. Ve aslında yazmaktan kasıt düşünmek, fikir yürütmekse her şey yolundadır. Bu kısa cümle size çok şey kazandırmıştır.

Tıpkı Gezgin hocamın dediği gibi...

"Less is more" (Az aslında daha çoktur)

SAYGILAR...

ÇEVİRİ SORUNU

Bugünlerde elimde Ernst Hemigway'in ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR isimli eseri var. Yazarın en tanınmış kitaplarından biridir. Ta ki ona nobel ödülü kazandıracak kadar.

Geçenlerde bir yayınevi (ismi lazım değil) Hemingway'in bütün eserlerinin yayın hakkını satın aldı. Türkiye bu yayınevinden başka bir yayınevinin Hemingway'in eserlerini basması, yayınlaması yasak. Yani bir tekel söz konusu... Ama işte bu tekelcilik iyi bir şey değil.

Özellikle de yeteneksiz bir çevirmene sahipseniz.

Kitabın ilk 200 sayfasında 34 tane cümle kurma hatası, özne yüklem uyumsuzluğu hatası, yüklem sıralama hatası gibi bir sürü hataya rastladım. Hepsini de tek tek not aldım ve saydım. (yayınevine mail atacağım) Üstelik bunlar o kadar aleni ki, bunları fark edebilmek için herhangi bir eğitime gerek yok. Lise mezunu biri bile çok rahat deşifre edebilir bu ilkokul mezununun bile yapmayacağı zottirikten hataları...

Anlamadığım nokta şu:

Bu X yayıncılık, madem Hemingway gibi kolay yutulmaz bir lokmayı ağzına atmaya çalışıyor, o zaman neden ağzında hala takma diş var? Baş yapıtın altına girmek sadece kitapların altında senin yayınevinin amblemi olması demek değil ki. Hem kapitalist geçiniceksin, hem de pazarlama stratejisinden haberin yokmuş gibi davranıp yeteneksiz çevirmenlerle başyapıt çevirmeye çalışacaksın.Bu işte bir terslik var.

Daha ağzının içindeki dili çeviremeyen adama başyapıt çevirtmeye kalkarsanız, o da "Uygulamalı Örnekli Dilbilgisi Yanlışları Fasikülü" hazırlar, siz Hemingway satıyoruz diye böbürlenir, okuyan insanlar da baş yapıt okuyoruz diye gökyüzüne her şey dahil seyahata çıkar. Olan da dikkatli ve sağlam okuma yapmak isteyen biz zavallılara olur.

Bıktım artık ya... Valla bıktım...

8 Ağustos 2009 Cumartesi

SİZ, SİZ OLUN...

Evet...

Siz, siz olun asla severek ayrılmayın... Allah kimsenin başına vermesin...

Ne alaka diyebilirsiniz... Cevap çok basit: Kel alaka...

Çünkü bu cümleyi birilerine söylemesem çıldıracaktım. Ben de söyledim ve rahatladım...

Şimdi rahat rahat uyuyabilirim...

O nasıl olacaksa artık? (!)

1 Temmuz 2009 Çarşamba

WARNİNG !!!

Blogumu ziyaret edenler dikkat... (Kim ziyaret ediyor çok merak ediyorum. Var mı acaba?)

Sitede yer alan yazılar, sadece ilk sayfada çıkan yazılardan ibaret değildir. Yan taraftaki tarihlerden de başka yazılara ulaşabilirsiniz...

Hatırlatayım dedim...

KAPESESE

KPSS'ye girdim...

Hüsran-ül Ala Hüsran...

Çok acıklı bir gündü. Sadece kendi açımdan değil. Eğitim sistemi açısından. Şaşkın gözler, yorgun bedenler, umutsuz yürekler... Üç çocuğuyla gelenler, eşini kapıda bırakıp sınava girenler, yeni mezun olmuş öğrencilerle aynı sıraya oturup, küçük yuvarlakları karalayarak kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar.

Yazık...

Yaklaşık 350 - 400 bin kişi o gün Türk Milli Eğitim Sisteminin, koca koca çarklarının ince ve keskin dişlileri arasına sıkışmıştı. Sınavın sonunda ise sadece kan ve gözyaşı vardı. İnternette dolaşan bir videoda gördüğüm bir pankart:

Küçük bir çocuk elinde bir karton tutuyor ve kartonda aynen şu şekilde yazıyor:

"Merak etme anne, birlikte atanırız."

Ülkemize bu ayıp yeter de artar bile...

Bundan sonra ise NO COMMENT...

FİLM NOTLARI - 1

HARSH TİMES (2005)

Christian Bale, süpppeeerrr bir oyuncu mu yoksa bana mı öyle geliyor? Yok yok, bence herkes benle aynı fikirde. En azından ben öyle düşünüyorum. Yardımcı oyuncu rolündeki Freddy Rodriguez ise bambaşka bir alem.

Ama filmin, hikayesel anlamda pek bir bütünlük arz ettiği söylenemez. Daha derli toplu olabilirmiş gibi geldi. Dış motivasyon, perdeli yapı, dönüm noktaları vs. daha sağlam planlasa imiş pek bir tatlı olacak imiş.

Neticede film, savaşın bıraktığı kötü etki, Amerikan Rüyasının çöküşü ve varoşlardaki Amerika gibi konuları işlemiş. Bildiğimiz şeylerin tekrarı niteliğinde.

STREET KİNGS (2008)

Keanu Revees'ın başrolde oynadığı güzel bir film. Hikayesel bazda umut veriyor. Gerisi de zaten Keanu Revees'in oyunculuğu ve güzel sahneler. Tek kusuru her zaman yapılan şeyi yapması. Kahramanın her zaman yanında olan elemanın filmin sonunda asıl kötü adam olması. İzlediğim bir yığın macera filminde mevcut. Genel itibariyle iyi... İzlenebilitesi yüksek...

BATTLE FOR HADİTHA (2007)

Irak savaşını obejektif bir şekilde özetleme çabası içindeki film. Hem Amerika'ya hem de Iraklı direnişçilere, El-Kaide'ye giydiriyor. Irak'ta olanları anlamak için temel bilgiler içeriyor. Ben zevk aldım izlerken. Biraz belgesel gibi ama olsun. Neticede filmin amacı sanatsal bir metin değil, didaktik bir metin sunabilmek. Bunu da gayet güzel başarmış. Helal olsun.

APOCALYPSE NOW (1979)

Francis Ford Coppola'nın başyapıtlarından biri. Özellikle açılış sekansı ile kült olmaya aday. Bununla ilgili ayrıntılı biri yazı gelecek : COPPOLA SİNEMASI... Şu anda diğer Coppola filmlerini izlemekle meşgulüm. Orada ayrıntısıyla filme değineceğim.

MAX PAYNE (2008)

Klasik bir aksiyon filmi. Oyununu oynamıştım. Oyuna benzetmeye çalışmaları güzel. Çok fazla bir derinlik yok hikayesinde. Ama hoş bir 90 dakika geçirmek isteyenler için tavsiye edilebilir.


27 Haziran 2009 Cumartesi

İNTİHAL MEVZUSU

Bu intihal mevzusu hakikaten canımı sıkmaya başladı. İnsanın zihninde günler, aylar boyunca oluşturmaya çalıştığı, binbir güçlükle vücuda getirdiği, ete kemiğe büründürdüğü bir karakterin senden habersiz televizyonlarda cirit atması insanın kanını vakumla çeken bir hadise.

Aşağıda "AYNADAKİ DÜŞMAN" yazısında bir dizi projemin nasıl heba olduğuna dair bir olay var.

Fransız Atasözü: "Felaketler ard arda gelir"

Heba olan projemde yer alan bir karakteri de başka bir dizide gördüm bu sefer. Üst üste, aynı hafta içinde. Kim mi?

Kurtlar Vadisi Pusu'daki Cevat karakteri....

Beraber çalıştığım arkadaşımla birlikte, geçen sene Şubat ayında bir karakter oluşturmuştuk.

İsmi de Aydın Ali Özkavcı... (Soyadına Dikkat)

Bu adam, ermeni asıllı bir iş adamıydı ve Türkiye'de kibrit sanayinin tepesindeki bir adam olmasını istediğimiz için, ona Özkavcı soyadını vermiştik. Çünkü dedelerinin kibritçi olduğunu, soyadının kaynağının bu olmasını istiyorduk.

Ve Aydın Ali Özkavcı, elinde sürekli kibrtile dolaşan, sinirlendiği vakitlerde sürekli kibrit çakıp söndüren, kızdığı adamları ise yakarak öldüren bir adam olacaktı. Ve dizimizin ilk 13 bölümünde hikaye kurma amaçlı, baş karakteri uğraştıracak başını belaya sokacak bir karakterdi. Ancak 13. bölümde çalıştığı sisteme kızıp, baş karakterimize yardım etmek isterken son anda sistem tarafından öldürülecekti. Böylece, bu trajik ölüm sayesinde insanlar tarafından dizi sonuna kadar hatırlanacaktı.

Ama olmadı...

Cevat karakterinin nasıl olduğunu hepiniz biliyorsunuz...

Çalıntı olup olmadığını araştırmadık bile. Çünkü Pana Film'in böyle bir şey yapacağına ihtimal vermiyorum. Zaten çalınması mümkün değil. Çünkü Aydın Ali Özkavcı karakteri, geçen Şubat ayından beri, bilgisayarımın en mahrem köşesinde bir Word dosyası halinde duruyor. Hiç bir yere göndermedim, hiç bir yerde yayınlamadım, hiç kimseye söylemedim.

Peki nasıl olur da iki insan aynı şeyi düşünebilir?

Çok basit... Hocam GEZGİN ile bu konuyu konuştuğumuzda bana şunları söyledi.

"Aynı ülkede yaşamanın, aynı gazeteleri, kitapları okumanın, aynı filmleri seyretmenin kaçınılmaz sonuçları bunlar. O yüzden bazen insanların başına böyle şeyler gelebiliyor"

O yüzden çok fazla takmamaya çalışıyorum. Sizin de başınıza böyle şeyler gelirse siz de fazla üzerinde durmayın. Yukarıda da bahsettiğim gibi ömür törpüsü bir hadise. Yemeden içmeden kesilirsiniz, karışmam sonra.

24 Mayıs 2009 Pazar

:(

Ben ömrümde böyle bir şey görmedim...

Az önce arkadaşıma projemden bahsettim ve o da bana TRT'de yayınlanan Aynadaki Düşman dizisini izlememi söyledi.

İzlemez olaydım...

Kafamda oluşturduğum projeden en az 6-7 sahneye şahit oldum...

Şu an çok kötü bir durumdayım...

Ne yapacağımı bilemiyorum...

Daha önce kimseye anlatmadığım fikirlerim dizi konusu olmuş, sahne olmuş yayınlanmaya bile başlamış. Üstelik üzerinden 5 bölüm geçmiş...

Biri bana yardım etsin...

KOMPLO - HİKAYE ANLATMA TARZI

Bunun da belirlenmesi şart....

Bir hikaye anlatıyorsanız, bunun bir tarzı olması gerekir. Bunun için bu sitede yer alan "Hikaye Anlatma Tarzı" ile ilgili yazıları okuyunuz...

KOMPLO'nun tarzı kesinlikle doğrusal olmayacak. Yani kronolojik olarak 1.bölümde başlayan olaylar zinciri X. bölümde son bulmayacak. Çünkü ne demiştik? Bu dizinin türü GİZEM...

GiZEM olan yerde, kronolik zincirin ne işi var?

Merak unsurunun zirvede tutulması için, değişik şeyler denemek gerekiyor.

Mesela?

1-) Dizi bol miktarda flashback içeriyor olacak. Çünkü ben kurulan bir komplonun açığa çıkmasını hedefliyorum. Yani, dizi başladığında komplo neredeyse yarılanmış olacak. İzleyiciler karakterle beraber komployu çözmek için çalışacaklar. (bkz. The Bourne İdenty) Bunun için de flashback kullanımı kaçınılmaz.

2-) Türk dizilerinden yalnızca Kurtlar Vadisi'nin 4. sezonunda gördüğüm flashforward kullanımına da yer vereceğim. Gizem unsuru yaratmak ve izleyicinin kafasını karıştırmak için et etkili yoldur. İzleyici olayın sonunu görmeli ki, başını merak etsin. Başını görüp sonunu meraktan daha etkilidir.

3-) Hikaye en başından sonuna kadar planlanacağı için, izleyiciye ilerisi için küçük yemler atacağım. İlk sezonda kısacık bir sahnede görülen küçücük bir şey, daha sonraki sezonlarda kilit nokta haline gelecek. O noktayı yakalayabilen izleyiciler ilerisi için tahminde bulanabilecekler.

4-) Eğer bir adam ölecekse, önce başına gelen olayları, sonra ölümü gösterilmeyecek. Önce adamı ölü olarak göreceğiz, sonra nasıl öldüğünü öğreneceğiz. Çünkü GİZEM anahtar kelimemiz...

İnsanlar ölü bir adamı gördüklerinde şaşıracaklar. Ve sorular belirecek? "Bu adam niye öldü? Kim öldürdü? Nasıl öldü?" Alın size gizem. Böylece izleyici motivasyonu üst düzeyde tutulmuş olacak. Bölümün başında gördükleri olayın nasıl gerçekleştiğini öğrenmek için bölümü sonuna kadar 4 gözle takip edebilecekler. Sonucunda da "haaaa, demek böyleymiş" diye bir rahatlama duygusunu hissedecekler. İşte benim istediğim şey de bu. Bu teknik, hem sahne bazında, hem de olay örgüsü bazında hikayeye yedirilecek.

5-) Hikaye MYSTERY kanuna göre parça parça açılacak. Bunu yapmamın sebebi insan zihninin "closer" (tamamlama) özelliği. Yani insan parçadan bütüne ulaşmak için güdülenmek mecburiyetindedir. Geldiğimiz nokta yine aynı : İzleyici motivasyonu...

Büyük resim, bir başından bir kıçından bir ortasından açılarak tamamlanacak. En başta da dediğim gibi klasik tarzda bir kronolojik zincir söz konusu değil. Açılan her parça diğer parçayla ilişkli olamayacak. X. parça Z. parçayla birleşebilecek.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar.... Devamı KOMPLO - HİKAYE ANLATMA TARZI /2 kodlu yazıda gelecektir.

Size bir sır vermek istiyorum. Bu tarzların hiçbiri, Türkiye'de denenmedi. Eğer bunların hepsini başarabilirsem çok farklı bir tat yakalayacağıma inanıyorum.

KOMPLO - YÖNTEM / TEKNİK

Yöntem ve teknik olmak zorunda...

1-) Önce Robert McKee'nin klasik hikaye cümlesine oturacak bir cümlenin bulunması

2-) Ardından bu cümleyi karşılayacak bir hikaye yazımı

3-) Hikaye yazımıyla eşgüdümlü karakter çalışmaları

4-) Yazılan hikayenin, hikaye anlatma tarzına göre şekillendirilmesi

5-) Hikayenin, sezonlara, 13'er bölümlük parçalara ve bölümlere dağıtımı

6-) İlk 13 bölümün, bölüm finallerinin belirlenmesi ve sinopsislerinin yazımı

7-) İlk 5 bölümün tretmanın çıkarılması

6-) İlk 3 bölümün senaryosunun yazımı

Çalışma takvimi ve programı aynen bu şekilde.

Ama işte burada Yaratıcılık dediğimiz spontane hadise devreye girmek zorunda...

Her bir aşamanın gerçekleşmesi için karma-karışık küçük notlar alınarak gerçekleşmesi

(Bunun için Hocam Gezgin'in sanarist.blogspot.com adresindeki "Senaryo Yazma Süreci - Örnek" yazısını okumanızı şiddddetle tavsiye ederim)

Yani, hikaye yazılırken aklıma gelen en ufak detayları bile notlar şeklinde buraya yazacağım ve bunlar birbirinden bağımsız olacaklar. Onu da düşündüm...

Hikaye notları için KOMLO - HİKAYE
Bölüm içi küçük olaylar için KOMPLO - AYRINTILAR
Karakter notları için KOMPLO - KARAKTER
Diyaloglar için KOMPLO - DİYALOG

başlıklı kodları kullanacağım. Bunlar çoğalabilir.

Ama işte demek istediğim bu başlıkların sırasıyla açılacak olmaması. Örneğin, hikaye üzerinde çalışırken aklıma gelen bir karakter olabilir. Ya da karakter çalışırken aklıma bir diyalog gelebilir. Hikayenin başıyla uğraşırken sonuyla ilgili bir fikir gelebilir.

İşte tüm bu karışık ve bağımsız notlar yaratıcı sürecin geleneklerine uygun bir düzlemde zihnimde yavaş yavaş birleşmeye başlayacak. Hepsi sıraya oturacak. O yüzden bu süreç çok dağınık bir süreç olacak. Siz sadece benim zihnimin döktüğü notları göreceksiniz ve yavaş yavaş bu notların zamanla bir hikayeye, diziye dönüşmesini.

Fakat size kötü haberim var.

Bu işin sonuçlanması takribi 12 ayı bulacak. Nedenini sormayın...

KOMPLO - TÜR

Komplo....

Projemle alakalı yazılar, KOMPLO kodu ile yayınlanacaktır.

Projemin ismi şimdilik komplo...

Hikaye açıldığında, taşlar yavaş yavaş gediklerini bulduğunda isim bulma çalışmalarına başlayacağım.

Ama önce ön hazırlık aşaması....

Ve ön hazırlığın ilk aşaması olan TÜR mevzusu...

Bir proje yapılacaksa önce bunun bir türü olması gerekir.

Ve benim aşık olduğum tür olan AKSİYON...

Çok klasik bulunabilir ama her şey bunu işlemeye bağlı...

Benim aksiyon anlayışım, ellerine makineli tüfekleri almış figüranların her bölüm kütük gibi yere yığılması değil. Malesef Türkiye bunu bilmiyor. Aksiyon=silahlı çatışma önermesine Holivud'daki stüdyo ışıkları bile güler. Gülme yetenekleri olmadığı halde.

Benim aksiyon anlayışım, hikayenin sürükleyici olması, sürekli bir koşuşturmanın, bir telaşın olması, karakterlerin zamanla yarışması, gerektiği yerde silahlı çatışma kullanılması (dozunda) araba kovalamacaları, hedefe ulaşmak için fıttıran karakterler, olay örgüsünün üst üste binmesi,s sürekli çıkan aksilikler, engeller, yalanlar dolanlar vs. vs.

Aksiyonun yanında diğer bir aşık olduğum unsur ise MYSTERY... Yani gizem...

Soru işaretleri ile dolu bir hikaye..."Ee, şimdi nolacak? Bu adam kim şimdi? O adam onu niye yaptı? Bu olayın sonu ne olacak? Bu adamın, diğer adamın yanında ne işi var? Bu adamın planı ne?" gibi sorular... Karakterlerin ne zaman ne yapacağının kestirilememesi, olay örgüsünün gizem yaratarak ilerlemesi, izleyiciyi merakte bırakacak bölüm finalleri, kimsenin tahmin edemeyeceği kararlar, olayın nereye gideceğinin, nasıl son bulacağının belli olmaması vs. vs.

Ancak ve ancak...

Bütün bunlar yapılırken gerçekçilik akımının tesiri büyük olacak. Tamam, neticede bu bir sinema unsurudur, insanları gerçek hayattan uzaklaştırması gereken bir sanattır ama en büyük aksiyon ve gizem kaynağı da hayatın kendisidir. En basitinden, bir silahlı çatışma aksiyon kaynağıdır. Ne var ki, bu çatışma sonrası karakterlerin polis tarafından kovalanması, zorda kalmaları, çıkışlarının olmaması çatışmadan daha büyük aksiyon içerir. İşte gerçekçilik dediğimiz şey budur. İstanbulun göbeğinde c-4'ler, MP5'ler bülbül gibi şakıyacak ama bir tane polis gelmeyecek! Neredeyse namümkün. Biz köyde torpil patlatınca jandarma damlıyordu 5 dk içinde be.

Şaka bi yana...

En nihayetinde, KOMPLO projesi, alışılagelmiş aksiyon klişelerini yıkan bir aksiyon ve izleyenleri çıldırtacak kadar gizem türünü kullanacaktır.

Haydi bismillah...

UYARILAR - ÖNLEMLER

Öncelikle şunu söyliyeyim:

Burada yayınlayacağım fikirler ile alakalı sadece yorum göndermenizi tavsiye ediyorum. Yani herhangi bir şekilde fikir tavsiyesine ya da fikir alışverişine sıcak bakmamaktayım.

Nedeni ise açık ve net...

Çünkü bu tarz tavsiyeler faydalıdır ancak şu aşamada yazarın şevkini kırabilir. Ben sadece kafamdaki hikayeyi kurcalamak istiyorum. Zihnimi ortaya döküp kendimi denemek niyetindeyim. Bu konuda yardımcı olabilirsiniz ancak.

Ama mantıksız görülen yerler ile alakalı elbette yorum yapabilirsiniz. Fakat bu yorumları dikkate alıp almamak maalesef benim elimde. Eğer düşündüğüm başka şeyler varsa dikkate alamam, yoksa her yorumunuz başım gözüm üstüne...

Bir de lütfen onur kırıcı, şevk biçici şeyler yazmayın. İki gram aklım var, o da elimden uşup gitmesin...

İlginize şimdiden teşekkürler...

(Bu arada bu yazıları kim okuyacak çok merak ediyorum. Sanki günde 50000 kere tıklanan bi blogmuş gibi yazdım ama... Neyse... Okuyan çıkar elbet :)

23 Mayıs 2009 Cumartesi

NE YAPMAK İSTİYORUM?

Şunu yapmak istiyorum :

Türk televizyonlarında yeni dönem başlatacak bir patlama...

Bu öyle bir patlama ki, bildiğiniz BİG BANG...

Hani evren patladı ve bu patlamanın sonucunda yıldızlar oluştu, etrafa saçıldı ya...

Hani Asmalı Konak'tan sonra, konak dizileri ; Kurtlar Vadisi'nden sonra mafya ve derin devlet dizileri patladı ya...

Aynen öyle...

Bu dizilerin üzerinden 6 sene geçti ve artık bu dizilerin çakmaları üzerindeki rağbet yavaş yavaş azalmaya başladı. O yüzden televiyonun yeni bir oksijen kümesine ihtiyacı var. Kanımca bu yeni oksijen kümesi bir 6 sene kadar yürürlükte kalacaktır.

İşte ben böyle bir şey hayal ediyorum...

Tarz yaratmak...

Gelenekçi anlayışın üzerine yenilikçi dozerinin kepçesiyle vurmak... Yerle bir etmek...

Ben inanıyorum...

O-la-cak...

***

Ben bir KOMPLO hikayesi anlatmak istiyorum. Bir ya da iki insanın üzerine kurulan çok büyük bir komlonun adım adım ortaya çıkması...

Neden komplo hikayesi?

Çünkü komplolar çok dikkatimi çekiyor.

En başta her türlüsü içinde sağlam senaryo unsurları barındırıyor. Olaylar karşısında pasif kalmış, ezilmiş bir karakter, komloyu kuran yüksek zekalı kötü adamlar, komployu ortaya çıkarmak için uğraşan, baş kaldıran karakterler...

Bu dediklerimin üzerine birer örnek koyun çok rahat bir dizi hikayesi oluşturabilirsiniz...

Ama en önemlisi...

MYSTERY...

Gizem...

Ben şunu istiyorum:

İnsanlar deli gibi meraklansınlar, soru sorsunlar, cevapları arasınlar, her hafta, her bölüm şok olsunlar, bir daha ki bölümü iple çeksinler, hikayenin ayrıntıcılığına ve büyüklüğüne şaşsınlar, küfür etsinler, tartışsınlar, gazetelerde haberler yayınlasınlar, uçsunlar, kaçsınlar...

Neden?

Bütün bu saydıklarım, izleyicinin izleme motivasyonunu arttıran sebepler. Bir hikayenin çekici yönleri...

Duyarsızlaşma olsun kesinlikle istemiyorum.

Yasaklar ve gizli olan şeyler her zaman daha büyüleyicidir. Ortada bir kutu varsa içinde ne olduğunu mutlaka merak ederiz. Ama kutu önümüze açık geldiğinde duyarsızlaşırız. Merak söner ve kutunun evrende yer kaplamasının hiç bir anlamı kalmaz.

İşte ben de herkesi bir odaya toplayacağım ve ortaya kocaman bir kutu koyacağım. Hem de hediye paketli. Önce kutunun içindekilerin ne kadar mükemmel şeyler olduğundan bahsedip duracağım. Merak artacak. Sonra kutunun muhtelif yerlerinden küçük delikler açacağım. Herkes, deliklerden bakmak için kutunun etrafına toplanacak ve içeriye bakmak için birbirini ezecek. Kutu açıldığında da büyük bir rahatlama ve tamamlanmışlık duygusuyla evli evine köylü köylü köyüne gidecek...

Ve sonra...

O odadan çıkan herkes kendine bir kutu bulup aynı taktiği denemeye başlayacak.

Benim yapmak istediğim şey işte bu...

BAŞLANGIÇ

Evet...

Uzun zaman oldu sevgili blog...

2009'un ilk yazısı...

Daha da kötüsü Mayıs ayının sonu...

Yazıcı adayı olan birinin 6 ay boyunca tek bir harf yaz(a)maması...

Ne acı verici bir şey...

Ama zaman kötü...

Şu an KPSS çalışıyorum.

İnanır mısınız, kitap bile okuyamıyorum. Okuduğum her satırda çalışmadığım konular, çözmediğim sorular ruhumu kanatıyor. Kitap elimden düşüveriyor. Ya da kitapla beraber uyuyakalıyorum. Türk Milli Eğitim Sistemi'nin entelektüel bünyeye attığı kazıklar bunlar... Ya da bu işin arkasında da Amerika olmasın sakın. Düşünsenize... Tam bir KOMPLO TEORİSİ...

Amerika, Türkiye'nin kitap okuyup kendini geliştirmemesi için sürekli sınav yapıyor.

Tam bir film konusu...

KOMPLO demişken...

2-3 aydır zihnimi kemiren bir KOMPLO hikayesi var.

Artık umut yelkenlerimi suya indirdim...

Sektörden hayır geleceği yok, bizim de sektöre girmemize olanak yok...

Hocam Gezgin'i çok ama çok kıskanıyorum. Müspet kıskançlık...

O yüzden ben de dizimi burada yazmaya karar verdim, alenen, çırılçıplak...

Her türlü riski göze alarak, Tarık Bin Ziyad havasında bütün transatlantikleri yakarak.

(Fikirleri çalmak isteyenlere kapım sonuna kadar açık. İçi elverenler fikirleri rahatlıkla çalabilirler. Ondan sonra da rahat rahat ortalıkta senarist edasıyla koşup oynamakta serbestler. Tıpkı Gezgin'in dediği gibi : "Demek ki ben çalınabilecek kalitede fikirler üretiyorum")

Herkes bir dizi nasıl yazılır görecek...

(Yukarıdaki cümle meydan okuma amaçlı bir art niyet gütmemektedir. Yanlış anlaşılmalara mahal vermeyelim. Sonra çemkirmeyin yüzüme)

Bahsettiğim komplo hikayesinin her adımını burada paylaşacağım. Ancak Gezgin gibi, bilgi vererek, pratiğin içine kuramsalı yedirerek değil. Sadece günlük hayatta kullandığım post it notlarını buraya geçireceğim.

Gezgin'in çalışmasıyla tek benzer yönü olacak: Yaratıcılığın nasıl bir düzende ve düzlemde işlediği... Bazen bir fikir üretip 2-3 hafta yatıcam. Kafamda olgunlaşmasını bekleyeceğim.

Yani burası artık bir senarist çalışma odası...

Ve sizi bu büyülü odaya davet ediyorum...

Anahtar kapının üstünde...

24 Temmuz 2008 Perşembe

PROJEDE KARAKTER TANITMA - 2

LOST dizisini izlemeyenlere okuması tavsiye edilmez... Keyfiniz kaçabilir...

Bu konuyla ilgili bir kaç güncellemeyi yine LOST üzerinden yapmak istiyorum...

Yukarıda "bir karaktere bir şey yaptırıyorsanız, neden yaptığını bilmeniz ve bize göstermeniz lazım" demiştim...

Hatırlarsanız, Michael'ın yaptığı salla açılan Sawyer, Jin ve Michael daha sonra kıyıya vuruyorlar ve uçağın kuyruk kısmındakiler tarafından esir ediliyorlardı. Ana Lucia bu grubun lideriydi. Ancak Ana Lucia'yı görür görmez kendime sordum:

"Bu kadın, nasıl bu kadar cesur ve becerikli?"

Ancak bir bölüm sonra onun polis olduğunu öğrendiğimde bütün kuşkularım gitti ve her şey daha anlamlı hale geldi.

Yani, oradaki insanların davranışlarının hepsinin bir sebebi var ve bunları bize flashbackler ile gösteriyorlar.

Peki biz ne yapacağız? Biz de kendi dizimizde sürekli flashback mi yapacağız?

Tabi ki hayır...

Bunun yerine, bir bölüm içinde o karakteri sevdirmek ve onun kim olduğuyla alakalı ip uçlarını izleyice aktarmak için en az bir sahne kullanmanız gerekmektedir.

Mesela...

Karakteriniz polis ise, onun "ben polisim" demesi yetmez. Onun polislik yaptığını bir sahne kullanarak göstermelisiniz. Ama tabi ki karakteri tanıtacağım diye hikayeyi bir kenara koymadan yapmalısınız bunu. Zaten dizinizi oluştururken karakteriniz için kullnacağınız sahne kendiğilinden oluşacaktır. Ama bu kurala uygun hareket ederseniz...

Diğer bir husus ise, LOST'da gösterilen flashbacklerin kaynağı...

Dizinin yazarları, o flashbackleri nereden yazıyorlar?

Yani, "bu hafa bununla ilgili bi flashback bulalım" mı? diyorlar? ... Hayır...

O flashbacklerin kaynağı "KARAKTER ANALİZLERİ". Yani, dizini hikayesini kurarken yazdıkları ayrıntılı karakter biyografilerinde bu bilgilerin hepsi mevcut. Oradaki bilgileri yeri ve zamanı gelince birer sahne haline getirip hikayeye yediriyorlar...

Yukarıda demiştim. Her karakter için 8-10 sayfalık biyografilerin faydası olur diye.

Ben şahsen, adayla ilgili gelişmelerden daha fazla zevk alıyorum, karakterlerin geçmişinden. Özellikle Sawyer, Hurley ve Sayid'in hikayesi beni mest etmiş durumdadır.

GÜNCELLEMELER DEVAM EDECEKTİR...

NOT: İnternetten, LOST'un yazarları Damen Lindelof ve Carlton Cuse'nin röportajlarını okumanızı tavsiye ederim.

PROJEDE KARAKTER TANITMA

KARAKTER, KARAKTER, KARAKTER...

Daha önce de yazmıştım: Karaktersiz bir proje düşünülemez.

Tam ben bu yazıları yazdığım sırada GEZGİN hoca sitesine şöyle bir yazı ekledi:

Basit Hikaye, Karmaşık Karakter...

Bu kadar...

Kendisine sorduğumda yazının sadece o iki kelimeden ibaret olduğunu söyledi. "Hikayeni basit tut, karakterini karmaşık yap. En öz yöntem budur" diye de tavsiyede bulundu.

Arkadaşların burada yayınladıkları senaryolara bakıyorum da herkes daha çok öykü üzerine yoğunlaşmış. Oysa öyküye ayırdığınız vaktin yarısından fazlasını da karakterlere adamalısınız. Çünkü sizi izleyen insanlar hikayenizi karakteriniz vasıtasıyla öğrenecekler, bu bağlamda sağlam karakterleri olmayan hikayelerin iyi hikaye olduklarını söylemek gerçekten zor.

Ben de bu yazıda karakterlerle alakalı bazı bilgileri LOST dizisi üzerinden vereceğim. (Dediğim gibi önce yukarıya başlıklarını yazdığım yazıları okuyun)

*** *** ***

- Diyelim ki bir dizi senaryosuna başlıyorsunuz. İlk amacınız karakterleri seyirciye geçirmek olmalıdır. Yani öyküden ziyade karakterlerin sempatik olması seyircileri daha çok etkiliyor.

- Eğer, senaryonuz da 15 karakter varsa, ilk 3-4 bölümü bu karakterleri tanıtmak için harcamalısınız. Ama öyküyü de esgeçmemek kaydıyla. Yani karakter tanıtmaları öykünün içine yedirmelisiniz.

Nasıl mı?

LOST'a bir bakalım nasıl yapmışlar.

Sawyer'ın tanıtıldığı 8.bölüme bakalım...

Bu bölümde Sawyer'ın dramına şahit oluyoruz ama, bunu salt Sawyer üzerinden yapmıyorlar. Sawyer'ın ne kadar inatçı ve çirkef biri olduğunu bize göstermek için Shanon'un astım hastalığı hikayesini buldular. Spreylerin Sawyer da olduğunu düşünmemiz, hatta spreyler onda olmadığı halde ondaymış gibi davranması bile bize Sawyer'ı tanıtan ögelerdir. Bakın, Sawyer'ı tanıtmak için Shonun astım hastalığından faydalanmışlar. Bir karakteri tanıtmak için bir başka bir karakteri kullanmışlar... En etkili yöntemlerden biri...

- Belki de en esgeçilen durumlardan biri de budur: Bir karaktere bir şey yaptırıyorsan mutlaka o karakterin neden öyle davrandığını bilmelisin. Eğer bir adam etrafa ateş ediyorsa niye ettiğini bilmelisin, bildirmelisin izleyicilere...

İsterseniz yine LOST'a bakalım...

İlk bölümde Doktor Jack, insanları kahramanca kurtarmıştı. Oldukça da soğukkanlıydı. Neden? Çünkü doktor... Doktorların zaten temel prensibidir soğuk kanlı olmak.

Ardından Jack, kahramanlıklar yapmaya başladı. Diğer insanları kurtarmaya... Neden Jack kahramanca davranıyor? Çünkü, küçüklüğünden beri böyle bir yapıya sahip,(marc silverman yüzünden yediği dayağı hatırlayın) ayrıca babasının ona verdiği nasihatler de ondaki bu duygunun gelişmesini körüklüyor. Jack'in geçmişi gösterildikten sonra artık biz biliyoruz ki, Jack gerçekten kahramanlık vasıfları olan biri... Her şey yerli yerine bir anda oturuyor.

Ama Jack, doktor olmasaydı, küçüklükte böyle şeyler yaşamasaydı, hiç de inandırıcı olmazdı. Sıradan bir insanın nerde görülmüş bu kadar fedakar olduğu?

Kate için de aynı durum geçerli. Onun bir suçlu olduğunu öğrendikten sonra silahları ustalıkla kullanmasını ve erkek gibi bir kız olduğunu görmeyi yadırgamadık. Çünkü o bir suçlu, gayet doğal.

- Karakterlerinize ayrıntılı geçmişler yazın. Her karakterinizin 8-10 sayfalık bir biyografisi olsun. Diyebilirsiniz ki "Ne işime yarayacak?"

Çok işinize yarayacak...

LOST'a bakarsanız, karakterlerin nasıl birer insan olduklarının izleri hep geçmişte saklı. Sawyer'ın aslında nasıl biri olduğu, Jack'in neden kahraman olduğu, Kate'in neden soğukkanlı olduğunu, Said'in neden bu kadar becerikli olduğunun izleri hep geçmişlerinde saklı.

Yani bir karaktere, "huysuz" diyorsanız, neden huysuz olduğunu bilmek zorundasınız. Bu size çok büyük avantajlar sağlayacaktır.

Nasıl bir avantaj?

Şöyle ki, hikayenizi kurarken tıkandığınız bir noktada karakterin geçmişine dönerek bazı hikayeler üretebilirsiniz. Oldukça sağlam ve derin olur hikayeleriniz....

- Karakterleriniz tutarlı olsun. Yani, pasif bir ergenlik geçirmiş birini süper kahraman yapmayın. Geçmişiyle tutarlılık göstersin karakter. (Psikoloji bilmek şart)

- Yukarıda saydıklarımı eğer bir dizi senaryosu yazıyorsanız hemen vermelisiniz. İlk 1-2-3. bölümlerde bunları vermelisiniz.

LOST bu noktada farklı bir teknik kullanmış. Fark ederseniz, 12.bölüme kadar adayla ilgili gelişmeler çok yavaş ilerliyor. Canavar, telsizden gelen 16 yıllık sinyal, sinyali bulmak için çaba harcama ve adada yalnız olmadıklarını anlamaları.. Bu kadar. Ama onun yerine 12.bölüm boyunca karakterleri bize tanıtıyorlar. Bir yandan karakterleri severken diğer taraftan az az da olsa adayla ilgili şüphelerimizi arttırıyorlar.

Tabi ki o Amerikan Draması...

Peki siz nasıl yapacaksınız?

Dediğim gibi, İlk 3-4 bölümde karakterleri hikayenin içine yedirerek tanıtın. İzleyici önce onları sevsin, ondan sonra onların neler yaşayacaklarını merak etsin.

Hayatta da böyle değil mi zaten?

Hangimiz sevmediğimiz insanın şu an neler yaptığını merak ederiz? Banane deyip geçeriz çoğu zaman.

İşte dizilerde de durum böyle. Onları sevdirmezseniz, izleyici sizin hikayeniz için de "Banane" diyecektir...

Aklıma daha başka şeyler gelirse buraya eklerim... Arada bir bakarsanız buraya iyi olur... Şimdilik bu kadar...





7 Temmuz 2008 Pazartesi

CODE 46

Code 46, 2003 yapımı bir film. Ama ben daha yeni izledim. Çünkü bazı filmlerin DVD'lerini sonraya bırakıyorum. Bu biraz geç kalmıştı. Fırsat bulunca da bolca eski film izlerim. Yine böyle bir fırsat yakaladığımda izlediğim bir filmdi CODE 46.

***

CODE 46, bir bilim-kurgu filmi. Küresel Isınma'nın kendini iyiden iyiye hissettirdiği, çok ileri bir zamanda geçen bir hikayesi var. (Aslında bir hikayesi yok da, ona birazdan bakacağız. )

CODE 46 yasası diye bir yasa var. Bu yasaya göre DNA'ları eş olan insanları birbirleriyle ilişki kuramazlar. Eğer, kuracak olurlarsa CODE 46 yasasını ihlal etmiş oluyorlar ve hafızasının bir bölümünü silinerek cezalandırıyorlar. İleriki zamanda yaşanması muhtemel bir olay üzerine kurulmuş, bir filme güzel malzeme çıkarılabilecek güzel bir konu.

Filmi izlemeden önce DVD kutusunn arkasında yazan filmin tanıtım yazısına bakınca heyecanlanmıştım. Azınlık Raporu tarzında bir film izleyeceğimi sanıyordum.

Ama maalesef...

***

Film başladığında, yukarıda anlattığım CODE 46 yasasından, DNA'lardan filan bahseden yazılar çıkıyor ekrana ön bilgi amaçlı. Ama bundan sonra filmde bununla ilgili çok fazla bir şey göremiyoruz.

Bu yasayı takip edebilmek için her insanın kimlik kartı şeklinde pasoları filan var. Bu pasolar sayesinde insanlar seyahat edebiliyorlar.

Başrol oyuncusu Tim Robbins'in canlandırdığı baş karakter, pasoları üreten bir firmadaki paso hırsızlığını soruşturmak üzere Şangay'a gidiyor ve hırsı kıza aşık oluyor. Kızın hırsızlık yaptığını söyleyemiyor kimseye aşık olduğu için. Sonra kendi de kaçak pasolardan kullanmak zorunda kalıyor.

Peki CODE 46'yla alakalı daha detaylı bilgiler yok mu?

Var...

Kız ile adam birlikte olunca kız hamile kalıyor. Ancak adamın araştırdığına göre DNA'ları eş. Bu yüzden kız, CODE 46 ihlali yaptığı için cezalandırılıyor.

Ama bu da yeterli olmuyor. Yani film, vermek istediği bilim-kurguyu filmin içine tam manasıyla yedirememiş. Bu yüzden CODE 46 ile ilgili en detaylı bilgileri filmin başında çıkan yazılardan öğreniyoruz...

Bu iyi bir yöntem değil..

***

Amma velakin...

Filmde, bütün senaryo hocalarının söylediği o hikaye cümlesi ile uyumlu bir hikaye yok.

Bir daha hatırlayalım:

"“Sempatik bir karakterin, gittikçe büyüyen, ve aşılması imkansız gibi görünen bir dizi engeli aşmasını ve büyük bir arzuyu gerçekleştirmesini sağlayın”.

Buna göre CODE 46'ya bakarsak, aksaklıklar hemen ortaya çıkıyor.

1 -) Karakter sempatik değil. (Sempatik : Sevilen) İnsanların aklını okuyabiliyor ama, özdeşleşme kuralları uygulanmadığı için sempatik durmuyor.

2-) Kahramanın önünde duran, aşılması imkansız gibi görülen engeller yok. Yani kahraman yolunu kaybetmiş tosbağa gibi nereye üflersen oraya gidiyor. Belli bir yolu yok, planı yok.
Böyle olunca da filmde çatışma kurulamıyor ve çatışmasız bir film izlemek zorunda kalıyoruz.

3-) Yine kahraman büyük bir arzuya sahip değil.

4-) Gittikçe yükselen bir tempo, ritm yok. Hele filmin finali, final olma özelliği bile taşımıyor. Yani filmin finali de yok.

Bu kadar "yokluk" içinde bir film "var" olabilir mi?

Hayır!

***

Filmi izledikten sonra aklımda kalan tek şey, küresel ısınma sonucu her yerin çölvari olmasından kaynaklanan ilginç görüntüler ve arabaların gitme sahnesi.

Evet...

Filmin başından sonuna kadar karakterin kullandığı arabayı izliyoruz...

Ayrıca, fimin çok garip bir görüntü anlayışı vardı. Yani, amatör birinin elinde kamera varmış gibi aynı. Belki adam, bilim-kurgu filmi olduğu için tarz denemiş olabilir.

Ama...

Gezgin hocamla muhabbet ederken ona görüntü yönetmenliği hevesimden bahsetmiştim. O da bana şöyle cevap vermişti:

"Anlatacağın iyi bir hikaye olmadıktan sonra çektiğin görüntülerin hiç bir değeri olmaz"

Bu söz CODE 46'ya gelip "cuk" diye oturan bir söz...

***

Bu arada filmin kadın oyuncusu Samantha Morton'u hatırladınız mı?

Ben hatırladım...

Azınlık Raporu'ndaki beyaz oadada yatan beyaz kadın: Kahin.

***

NOT: Hikaye cümlesinin kaynağı için (bkz. SANARİST_ULTİMATE)

GENÇ SENARİSTLR ARAN(M)IYOR !

Genç senaristler aran(m)ıyor!

Gençler, senarist olma sevdasıyla İstanbul'a gelip senaryo atölyelerine katılsa da usta isimlerden olmanın yolu tanıdık yönetmen, yapımcı bulmaktan geçiyor. Ömer Lütfi Mete de “İsmail Güneş olmasaydı, ben olmazdım” diyor.

Televizyonda her biri milyonlarca liralık yapım olan yüzlerce dizi ekrana geliyor ama sadece birkaç tanesi ekranda kalmayı başarıyor. İlginç olan, tutulan dizilerin bir çoğunun hemen hemen aynı senaristlerin elinden çıkması. Çünkü bir yapımın izlenmesinde en önemli etken senaryo. İyi bir senaryodan kötü bir iş çıkma ihtimali olmadığını bilen yapımcılar, bu yüzden dizileri hep marka senaristlere emanet ediyor. 'Peki hiç mi yeni yetenek yetişmiyor' diye sorup, bu konuyu biraz araştırdığımızda karşımıza çıkan tablo ise daha da ilginç. Adeta tekelleşme oluşturulan sektörde çömez bir senaristin bir yapımcıya yazdığı senaryoyu kabul ettirmesi, deveye hendek atlatmaktan zor görünüyor.

Senarist adayı çok ama…

Gaye Boralıoğlu, Mahinur Ergun, Nuran Devres, Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu… Senaryo yazabilen gençlerin önündeki en büyük engel, işte bu marka olmuş isimler. Bu isimlerin haricinde birçok insan, binlerce senaryo önerisi ile yapımcıların kapısını çalıyor. Bunların bazıları senaryo kurslarında eğitim almış kişiler, bazıları ise hayal güçlerine güvenerek ortaya yeni hikayeler çıkaranlar. Kuvvetli bir hikaye ve güçlü senaryo ile yapım şirketlerinin kapısını çalan gençler, kapı değil duvarla karşılaşıyor. Çünkü yapımcılar genellikle "sipariş" usülü çalışıyor. Sektörün içindeki isimler de tekelleşmeden muzdarip. Plato Film'in Müdürü ve senaryo dersleri de veren Serkan Turhan, senaryo alanında isim yapmış insanlar yüzünden çoğu gencin de önünün kapandığını savunuyor. Turhan "Çok iyi tanınmamışsanız bu piyasada yer almanız olanaksız" diyor.

Yapımcılar iyi müneccim değil

Yapımcıların da işi riske atmayarak isim yapmış senaristlere sipariş senaryo yazdırdıklarını ifade eden Turhan, bunun sebebini 'yapımcıların kendilerine gelen kalitesiz işlerden bıkması' ılarak gösteriyor. Turhan ayrıca "Yapımcılar dizilerin tutup tutmayacağı konusunda kendilerini müneccim zannetseler de öyle değiller eğer olsalardı bu kadar birbirlerine benzeyen diziler yapmazlardı" görüşünde. Çalıntı olayların sıkça gündeme gelişini de değerlendiren Turhan bu konuda şöyle düşünüyor: “Haklı olan taraf bu piyasada çok fazla tanınmadığı için hakkını çok da fazla arayamıyor. Türkiye'de telif eserleri kanunları var fakat yasal prosedüre girdiğinizde karşınızda güçlü bir kurum varsa sizin davayı kazanma gibi bir şansınız yok” şeklinde konuşuyor. Plato Film'de kurulan senaryo atölyesinde dersler veren Serkan Turhan senarist olmak isteyen gençlerin kitap dahi okumadıklarını anlatıyor. Plato Film'e senelerce senaryo yollandığını anlatan Turhan “Bana gelen senaryoların hepsi deli saçması işlerdi. Herkes günlük dil kullanıldığı için bu işi yapabileceğini düşünüyor” diyor.

Yeni senarist çıktı da biz mi görmedik?

Senaryo yazarlarını bir arada toplamayı amaçlayan Senaryo Yazarları Derneği'nden Ahmet Haluk Ünal ise herkesin senaryo yazarı olamayacağını düşünüyor. Bu amaçla kursa giden ve kendisinin keşfedilmediğini düşünen gençlere yaratıcılığı öğretemeyeceklerini belirten Ünal, gelenlere sadece mimari yapıyı kurmaya dair bilgiler verdiklerini belirtiyor.

İsmail Güneş olmasa Ömer Lütfi Mete olmazdı

Bir dönem ilgiyle izlenen Deli Yürek dizisinin senaristi, Kurtlar Vadisi'nin senaristleri Raci Şaşmaz ile Bahadır Özdener'in hocası ve piyasanın aranan isimlerinden Ömer Lütfi Mete de benzer görüşlere sahip: "Aranan senarist olabilmeniz için kısmet yetiyor. Yetenekten önce kısmet, yetenekten önce talih, yetenekten önce iltimas. Kısacası ahbap-çavuş ilişkisi ile dönüyor düzen. Ben de böyle senarist oldum. İsmail Güneş ahbabım olmasaydı kimin aklına gelirdi Ömer Lütfi Mete'ye senaryo ısmarlamak. Oysa ben onüç yaşından beri roman yazmaya çalışan biriydim. İlk senaryo denemem 37 yaşında gerçekleşti. O günden bugüne piyasanın değiştiğini de sanmıyorum.”

Gençleri küstürüyorlar

Kimse yetenekli gençleri arayıp da senaryo takımlarına katarak ustalaştırmak gibi bir arayış içinde olmadığını da diye getiren Mete, “Nice yetenekli gençler bir fırsat kapısı bulamadan küsüp gidiyor, umudu kesiyor.” diyor. Mete, gençlerin yetenekleri ve birikiminin de önemli olduğunu şu sözlerle vurguluyor: “Senaristlik yaptığım dönemde öyle gençler tanıdım ki, boynuzun kulağı geçtiği gibi beni çoktan geçtiler. Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener bu isimlere örnektir. Başka gençler de var, kendilerine ustalık yaptığım. Onlar da beni geçeceklerdir.”

Ömer Lütfi Mete, gençlere bu fırsatı veren ve yeni yetenek çıkmasını sağlayan ustalardan. Mete, “Belki bunda benim senaryo vadisiyle ilgili pek hırsımın olmaması da etkendir” sözleriyle tek başına 5-10 dizi senaryosu yazanlara da gönderme yapıyor. Mete yeni senaristler çıkmamasının sebebini iyi senaryo üretilmemesine de bağlıyor. “Çok nadiren iyi senaryo yazıldığını düşünüyorum. Sinema ve televizyon ürünlerinde çok parlak diyebileceğim çalışma çok az” diyen Mete, şunları söylüyor: “Tekelleşmenin olduğu yerde yeni ürünlerin ortaya çıkma şansları da azalıyor. İsim yapmış birkaç ünlü senarist haricinde gençlerin bu piyasada ismini duymak imkansız.”

Hayal gücüm kiralık

Yapımcıların işi riske atmadan kendi belirledikleri konularda senaryo yazdırdıkları konusuna da değinen senarist, “Senaryolar sipariş üzerine yazılır. Ben birkaç işim hariç genellikle sipariş üzerine senaryo yazdım. Bunun için de 'hayal gücümü kiraya veriyorum' şeklinde bir ifade kullanıyorum. Evet, ısmarlanır ve yazarız” diyor. Televizyonda ki dizilerin başarısız olmasını hızlı hızlı yazılmasına bağlayan Mete “Bazen iyi senaryo kötü film olarak da karşımıza çıkabilir. Televizyon dizilerinde de çok az iyi senaryoculuk görebiliyorum. Zaten iyi olması da imkânsız. Bir hafta içinde mükemmel bir 60-70 dakikalık senaryo yazılamaz. Bir kere yazılır, üç kere yazılır, ama yüz kere yazılamaz. İyi bir senaryo takımı olunabilirse belki olur ama o da zor iş” diyor.

İşin ABC'si…

Senarist olma sevdasına Ankara, İzmir gibi şehİrlerden kalkıp gelen gençlerin çoğu daha bir senaryosu dizi olmadan kendini senarist olarak görmeye başlıyor. Senaryo okullarından genelde çırakların çıkıyor. Kaliteli bir senaryosu ve öyküsü olduğunu iddia edenlerin dikkate alınacağı yerler de yok değil. Örneğin Plato Film'de Sinan Çetin'e senaryonuzu yazılı olarak verseniz asla okumuyor. Fakat siz bir fikrim var dediğinizde "Bana bunu üç beş cümlede anlat" diyor ve sizde anlatabiliyorsanız bu işe ilk adımını atmış oluyorsunuz. Senarist olmaya bu kadar hevesli gencin olduğunu gören çoğu sinema okulu da boş durmuyor ve senaryo atölyeleri kuruyor. Bu kurslarda genel anlamda senaryonun abcsi öğretiliyor. Senaryo Stüdyosu, Plato Film, Sender kurs veren okullardan birkaçı. Kursların çok geniş skalada öğrenci profili var. Öğrenciden ev kadınına kadar farklı mesleklerdeki insanlar Ankara, İzmir; Bursa gibi şehirlerden gelerek senarist olmak için eğitim alıyor.

Çalıntılar da cabası…

Senaryo piyasasında tartışılan bir diğer konu ise intihal olayı. En son Babam ve Oğlum filminin senaryosunun çalıntı olduğu iddiaları konuşuldu. Senaryolarda alıntılar sadece kişilerin senaryoları üzerinden değil daha önceden yayınlanmış diziler üzerinden de yapılıyor. Doktorlar Grey's Anatomy, Zeliha'nın Gözleri Medium, Elveda Rumeli Damdaki Kemancı dizilerinin değiştirilmiş kopyaları. Son dönemde intihal olayı ile konuşulan bir diğer dizi ise Genco. İddialara göre dizinin senaristi kendisine hikayeyi getiren gencin yazdıklarını birebir senaryolaştırıp kendi zimmetine geçirmiş. Yine ilgiyle izlenen dizilerden Pusat ile ilgili bir intihal iddiası gündeme geldi. Dizinin, 'Sahipsiz Gezegen' isimli romanla birebir örtüştüğü iddiaları öne sürüldü.

KAYNAK: YENİ ŞAFAK GAZETESİ

PARS NARKOTERÖR - 3

Eveet...

Yolun sonuna geldik... 17 Şubat'ta ilk yazıyı yazmıştım.

Osman Sınav'ın dizisi PARS NARKOTERÖR rezil rüsva bir şekilde yayın hayatına son veriyor.

Tekrar söylüyorum...

Osman Sınav, Aybars Bora denen adamı yanından uzaklaştırmadıkça Osman Sınav yavaş yavaş çökecektir.

AYBARS BORA'nın yazdığı diziler...

Acı Hayat : Senaryosu kötü... Ama işin içinde Kenan İmirzalıoğlu olunca izlendi...

Pars Kiraz Operasyonu : Maliyetini karşılayamadı, gereken ilgiyi görmedi...

Pusat : Ömrümde gördüğüm en dandik diziydi...

Pars Narkoterör : Fazla söze gerek yok... Yukarıdaki yazıları okuyunuz...

Raci Şaşmaz'ın yazdığı diziler:

Deli Yürek : Türkiye'nin ilk aksiyonlarından... Çok sevildi...

Deli Yürek filmi : 1 milyonun üzerinde seyirci çekti...

Ekmek Teknesi : O da çok sevildi... Fenomen oldu...

Kurtlar Vadisi : Fazla söze gerek yok...


Osman Sınav, bir sonraki projesinde de Aybars'a yer verirse Osman Sınav iyice yaşlanmış demektir...

Türk televizyonu için büyük kayıp...

Yazık...

PARS NARKOTERÖR - 2

Fragmanla ilgili ön yargılarımdan sonra yeni bir yazı daha yazma ve PARS NARKOTERÖR dosyasını kapamak istiyorum...

Fragmanda yazdıklarımı hala daha destekler mahiyetteyim. Eleştirimi iki kola böleceğim:

-HİKAYE
-DİYALOG

HİKAYE

Dizinin hikayesi gerçekten güzel. Her ne kadar içinde bir takım klişeler barındırsa da orjinal tarafları da var. Ancak kanaatim odur ki bu orjinalliği sağlayan dizinin danışmanlarıdır. Yoksa Aybars Bora'^dan böyle bir orjinallik beklemek hata olur.

İlk bölüm gerçekten sıkıcı bir ilk bölümdü. Oysa, bir dizinin en önemli bölümleri ilk ve son bölümleridir. Eğer ilk bölümde ne kadar çok izleyici çekersen fenomen olma şansın o kadar artar. Ancak sen ilk bölümü, sahnedekilerin ne dedikleri anlaşılmayan bir yığın diyalogla doldurursan insanlar ikinci bölümde de bunu olacağından korkup diziyi izlemezler. Nitekim izlemediler de
Birinci bölümün reytingleri 4.sırada yer bulurken, 2.bölümün reytingleri 9.sırada yer buldu kendine. Bu da demektir ki 3.bölüm biraz daha düşecek.

-İlk iki bölümde gözüme çarpan hatalardan en barizi, kötü olan tarafların yani MEHDİ ve VAHİT'in inanılmaz derecede rahat ve şaklaban olmalarıdır. Bu adamların, bu kadar büyük iş yapan adamların belli bir ağırlığı olur, bir karizması olur. Ama adamlar koltuğa uzanıp mandalina yiyerek sevkiyat yönetiyorlar. Keşke her şey o kadar basit olsa... Akılları sıra planları bozulmuş numarasını bize yutturmak için rahat davrandırıyorlar. Hele o en büyük olan SEYYİD ağaya "Nasılsın" diye sorduklarında SEYYİD "Beygir gibiyim hahahahaha" gibi aptalca bir şey söylemesinin bu kadar ciddi bir dizide yeri yok.

Nerede olursa olsun, dizi ya da film fark etmez. Üstadlar şunu bilir şunu söyler:

"Bir filmde aksiyon kaynağını oluşturan şey düşmanın planıdır. Düşman bir plan yapacak ki kahramanda ona tepki versin"

Neticde bu kurala bağlı kalınmış dizide ancak önemli bir sorun var. Yine aynı üstadlar der ki:

"Bir filmde düşman ne kadar acımasısz bir ruha ve sağlam bir felsefeye sahip olursa, aradaki çatışma o kadar güçlüdür"

Bunun Türkçesi şu demek:

Bir filmde veya dizide düşmanın kötülüğünü göstermeniz lazım. Çatır çatır adam öldürürken, psikopatlık yaparken göstermeniz lazım. Birinci bölümdeki gibi "Biz vatansız tüccarız" demekle bu iş olmaz. Göstereceksin vatansız olduğunu... Göstermek her zaman en etkli yoldur. Mizah ustası gibi konuşan kötü adamlardan kim korkar ki? Hayır esprileri de kaliteli olsa belki bir yere kadar ama... Bu Aybars Bora bence komedi de yazsa o da izlenmez...

,- İlk bölümde yaşanan Şamil'in operasyonu sırasında yapılan evlilik teklifine gerçekten çok güldüm.Vay be dedim kendi kendime demek ki bu kadar şebek polislerimiz de varmış. Bence o dizideki narkotik şubenin yanına bir de mizah ünitesi açmaları lazım. Anca karşılar bizimkileri...

- İkinci bölümde vardı: Şamil ve abisi sanki havadan sudan konuşur gibi kadınların yanında operasyondan filan bahsediyorlar. Kadınların da hiç umrunda olmuyor, kız isteme derdine düşmüşler. BU kadar garip bir şey olabilir mi? Siz asker olsanız karınızın yanında operasyondan filan bahseder misiniz? Onun endişelenmesini ister msiniz? Hem de kız isteme gibi hayırlı bir iş öncesi... Ya da siz sevgilinizi kız isteme gününde operasyona gönderir misiniz? (Bir de o ZÜLÜF denen kız sürekli sırıtıyor.)

- Bunun dışında hikayesinde pek bir kusur yok. (Daha ne olsun)

- Bence en büyük kusur çatışma sahnelerinde. Sektörün buna acilen bir çözüm bulmasını istiyorum. Önüne alev efekti eklendiğini 5 yaşındaki çocuğun bile anladığı, titremeyen, geri tepmeyen keleş görmekten, beceriksiz figüran görmekten bıktık. Artık otomatik kuru sıkı fabrikası filan mı bulacaklar ne yapıcaklarsa yapsınlar.

DİYALOG

- Dizinin en büyük kusuru. En kötü amerikan filmine, hatta en kötü avrupa filmine bile baksanız bu kadar dandik diyalog göremezsiniz. Üstatlar şöyle der:

" Eğer söylemek istediklerinin hepsini bir replikte söylüyorsan yazdığın diyalog kötü diyalogtur."

Ama bizim dizideki diyaloglar karşılıklı tanım cümleleri gibi. Oysa diyaloglar ima yoluyla izleyiciye verilmeli. İzleyici karakterin her aklından geçeni duyarsa hikayenin büyüsü kalmaz.Karakter zihnindekini yavaş yavaş anlatmalı, hatta anlatmamalı hissettirmeli... İzleyicini kafasını yoracaksın, düşünmesini sağlayacaksın, ima edeceksin; izleyici onu anlayacak. Yoksa tahtada ders anlatan öğretmen gibi konuşursan biz de dizi izliyor değil ders dinliyor gibi hissederiz kendimizi...Bu da senaristlerin izleyici aptal yerine koymasından başka bir şey değildir. "Ha sen şimdi bunu anlamazsın, sen salaksın, ben bir de bunu sana anlatayım, belki anlarsın" demenin ingilizcesidir. Yani eminim ki şu sitedeki çoğu senarist adayı bile AYBARS BORA'dan daha iyi diyalog yazabilir. Buna inanıyorum.

- Diyalog yazmanın bir kuralı daha vardır: SÖYLEME GÖSTER.

Bunu şu anda bütün dünya sineması kabul etmiş durumda ama hala biz kabul edemedik. Çok acı verici bir şey. En büyük hatamız budur bizim. Eğer ekranda bir şeyi gösteriyorsan bunu söyleme. Yeşilçam'ın vazgeçemediği bir şeydir bunlar:

-Ne o ağlıyor musun yoksa?

E ağlıyor işte kör müsün? Biz de görüyoruz ağladığını. Neden söylüyorsun ki? Biz aptal mıyız?

Karısıyla kavga ettiği için meyhaneye gidip içen bir adam düşünelim ve bunu kaliteli ve kalitesiz senaristin nasıl diyaloğa dönüştürdüğünü görelim.

Kalitesiz senarist:

İçen adamın yanına biri yaklaşır.

- Hayırdır Ahmet neden buraya gelmiş rakı içiyorsun? Bir sıkıntın mı var?
- Var. Karımla kavga ettim. Bizim çocuk futbolcu olmak istiyor ama karım olmasın diyor. O yüzden tartıştık.

Yukarıdaki diyalog kalitesiz bir senaristin diyaloğudur.

Bir de kalitelisine bakalım...

Kaliteli Senarit:

İçen adamın yanına biri yaklaşır.

-Hayırdır.
-Karım...
-Noldu?

Adam elindeki kadehi gösterir...

-İşte bu oldu.

Bakın en kısa yoldan adamın sıkıntılı olduğunu anlatmış olduk.

Bu yöntem sizi yapmacıklıktan kurtaracaktır. Ama bizim dizimizde o kadar çok hatalı diyalog var ki.Hepsini buraya yazamam. Araştırın, bu kurala uymayan yüzlerce diyalog görürsünüz dizinin içinde.

Bir de dizinin güzel yönlerine bakalım.

Benim dizide en çok sevdiğim olay, Süreyya rolündeki kadının oyunculuk başarısıdır. Hem fiziğiyle, hem karizmasıyla, karaktere "cuk" oturmuş biridir. Yine Müge Ulusoy'un performansına da dieyecek yok.

Diğer bir güzellik ise çekimler. Tevfik Şenol yine görüntü yönetmenliğini konuşturuyor ve çok yaratıcı açılar,kamera hareketli sunarak bize görsel şölen yaratıyor. Helal olsun ona.

Artık yeter.

Ben bu kadar ciddi konuların böyle aptal senaristler tarafından heba edilmesine karşıyım. Aha bu da son sözümdür. Pars narkoterör dosyası burada kapanmıştır. Daha fazla diyecek bir şey yok.

Aman siz böyle hatalara düşmeyin olur mu?

KAYNAK: Sanarist_Ultimate

PARS NARKOTERÖR - 1

21 Ocak Pazartesi akşamı, Osman Sınav’ın yeni dizisi Pars Narko Terör yayına giriyor. Daha önceki bir yazımda bu diziye sosyolojik açıdan olumlu yaklaşmadığımı söylemiştim. Ben sinemacı olarak, bir kültür takipçisi olarak üzerime düşeni yaptım. Geriye kaldı işin sinemasal kısmı.

Osman Sınav’ın yeni bir projesi olacaksa ve ben bunu duyarsam, önce heyecanlanıyorum. Ardından, dizinin hikayesi belli oluyor, heyecanım bir kat azalıyor. Çünkü zihnimde oluşan (Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi sebebiyle) Osman Sınav profiline biraz ters düşüyor. Hikaye çok tanıdık ve bildik geliyor. Klişe yani. Diyorum ki “Sabret, önyargılı davranma”… Derken dizinin ilk tanıtım fragmanı yayınlanıyor ve benim aklım biraz daha karışıyor. Çünkü fragmandaki sloganlar çok basit ve yapay… Heyecanım bir katre daha sönüyor. Ardından, dizinin yönetmeni ve oyuncuları belirleniyor. Sonra 1.bölümünü fragmanı… İşte benim koptuğum an da bu an oluyor. Kötü bir çekim kalitesi, vasatın altında oyunculuk ya da ona rolünü vasat oynatan bir yönetmen, tekrar eden ve dünya sinemasının kabul ettiği, uyguladığı ama biz Türklerin bir türlü anlamak istemediği “Söyleme göster” kuralına tamamen aykırı diyaloglar… Belki de yönetmenin bir kabahati yok… Diyalog 4.sınıf öğrencisi seviyesindeyse yönetmen ne yapsın? Derken benim heyecanla beklediğim Osman Sınav projesi, beş para etmez diye nitelediğim bir televizyon dizisine dönüşüyor. Bunu PARS KİRAZ OPERASYONU filminde ve PUSAT dizisinde yaşadım ve tabi ki PARS NARKO TERÖR dizisinde de…

Osman Sınav, Kurtlar Vadisi’ni bıraktıktan sonra büyük bir kalite kaybına uğradı. Neden? Çünkü Raci Şaşmaz gibi, ufku açık bir adamı bırakıp, Aybars Bora Kahyaoğlu gibi Osman Sınav çizgisine ters düşen bir adamı asistan olarak seçtiği için…

Kurtlar Vadisi bambaşka bir ruha sahipti. Bakın dizinin fanatiği filan olduğumdan değil, ordaki karakterleri filan sevdiğimden değil. Tarafsız bir sinemacı olarak söylüyorum. Kurtlar Vadisi, (Osman Sınav zamanı) hem hikayesiyle, hem çekimiyle, diyaloglarıyla, oyunculuğuyla tam bir baş yapıttı. Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener gibi iki kaliteli senaristin müthiş hikayesi, insanı düşündüren, kelime oyunlarıyla, aforizmalarla süslü bir senaryo, çok ilginç ve kaliteli kamera açıları, hikayeye uygun ışık anlayışı Osman Sınav’ın vizyonuyla birleşince müthiş bir şey çıkmıştı ortaya… Hem de daha ilk bölümden hissettirmişti kendisini… Kurtlar Vadisi’nin yapımcısı Osman Sınav’dı, PARS’ın ki de o… Değişen ne peki? Değişen tek şey var: Kaliteli Senarist-Kalitesiz Senarist

Kalite farkını anlamak için başlangıç sloganlarına bakalım…

KURTLAR VADİSİ

“Burası Kurtlar Vadisi, burada insan sevdiği için ölür, yaşamak için öldürür…”
“Ölmek en büyük maceramız…”
“Burası Kurtlar Vadisi… Türkiye’de sokaklardan başlayıp, belli bir hiyerarşik bütünlük içinde yükselerek çok derin ve etkili bir konseye dönüşen mafya örgütlenmesiyle, ona karşı mücadeleye soyunanların hikayesi… Bu hem bireysel hem toplumsal yansımaları olan bir serüvendir. Bu serüvende ölmek en büyük maceradır. Burda insan sevdiği için ölür, yaşamak için öldürür.”

Bir de PARS NARKO TERÖR’e bakalım… Neticede hikayesi hemen hemen aynı, bir örgüt ve bu örgütle mücadele edecek bir kahraman var…

PARS NARKO TERÖR

“Bir kilo eroin satarlar, 180000 kalaşnikof mermisi alırlar. Peki kaç Mehmetçik şehit ederler? Onları kim durduracak? Pars….
“Bir kilo eroin satarlar …………. mayın alırlar, topraklarımıza kurarlar. Peki kaç topuk kaç bacak kopar? Kaç can toprağa düşer? Onları kim durduracak? Pars….

Tamam, bunlar bu ülkenin gerçekleri… onların belirtilmesi güzel. Ancak Kurtlar Vadisi’nin bahsettiği şey de gerçeklerdi. Onlar hiç böyle klişe şeylere sığınmadılar… Ben hatırlıyorum. 2002’nin Ağustos ayında, (hatta o gün doğum günümdü) televizyonda Kurtlar Vadisi’nin tanıtım fragmanına rastlamıştım. Aslan Bey’in tok sesi, konseyin kontrol ettiği paradan bahsediyordu ve çok etkilenmiştim… Ama PARS’ın fragmanını görünce açıkçası gülesim geldi yani. Belki işlediği konu gülünecek bir konu değil ama bu acı konunun bu kadar komik bir biçimde tanıtılması garibime gitti.

Şimdi siz diyeceksiniz, slogandan dizi mi yargılanır diye? Ben de diyorum ki neticede sloganı yazanla senaryoyu yazanlar aynı olacak… Slogan yapmacıksa, dizi de yapmacıktır…

Gelelim diyalog kısmına…


1.bölüm fragmanını izledim ve yine gülesim geldi. Dizinin baş karakteri Şamil ile bir askerin konuşması var fragmanda… Duydukça televizyon ekranını kırasım geliyor. Bu kadar iddialı konuyu işleyecek diziye bu kadar klişe diyaloglar neden konulur? Bu benim bile dikkatimi çekiyorsa, Osman Sınav gibi bir yapımcının neden dikkatini çekmez, bir yönetmen böyle bir şeye nasıl izin verir diye… Diyalog aynen şöyle…

(www.parsnarkoterör.com) (3.teaser)

ASKER: Bunlar var ya bunlar bir kilo eroin satarlar, yaklaşık bir buçuk ton c4 patlayıcı alırlar… Hesapta terörle mücadele başka narkotik başka değil mi? (Eliyle işaret eder) Şu yüzünü döndüğün tarafa doğru dümdüz gitsen Alamut’a varırsın. Hasan Sabbah’ın eski evi…

ŞAMİL: Yanındaki fedailere haşhaş içirip suikasta gönderen Sabbah….

ASKER: Ha Sabbah’ın Alamut’u ha Kandil… Avuç avuç kaptagon çıkıyor teröristlerin üstünden. Haplayıp haplayıp salıyor Mehmetçiğin üzerine… Silahların parası da beyazdan…

ŞAMİL: Buralarda hikaye bin yıldır hep ayni galiba abi…

Şimdi bu diyaloğu bir analiz edelim bakalım. Bu diyalog doğal olacağım diye işin büyüsünü kaçırmış. Asker yapmacık olmayayım diye kendini öyle bir kasmış ki yapmacığın alası olmuş.
Tamam araştırma sonucu elde edilen bilgilere bir diyeceğim yok ama bu diyalog Osman Sınav dizisine yakışmayan bir diyalog. Bir kere, “bunlar var ya bunlar” sözü bir kahve muhabbetidir. Kahvelerde oturup okumadan siyaset tartışmaya çalışan adamların lafıdır. Doğallığı ifade edebilir ama bu dizide sırıtan bir diyalogtur. Burada Hasan Sabbah’ı Şamil’in bilmemesi ve Asker’in ona Hasan Sabbah’ı anlatması daha etkileyici olurdu. Şamil’in garip bir edayla Hasan Sabbah’ı anlatması yakışmamış oraya… Bir de konuşmanın geçtiği mekan güzel bir mekan. Böyle güzel mekanlara duygusal ve etkileyici konuşmalar yazılmalı. Ben olsam bu diyaloğu Hasan Sabbah’ın hikayesiyle başlatır, sonra teröre geçer ve en sona ikisini de içeren bir aforizma bulurdum. Ne yazık ki “Buralarda hikaye bin yıldır hep aynı galiba abi” lafı orayı kesmemiş pek. Daha etkileyici, orijinal, duygusal bir cümleye bağlanabilirdi bu konu. Neyse fazla abartmayayım.. Ama bu gibi küçük unsurlar, bir senaristin kalitesini ortaya koyan unsurlardır. Bu gibi ince noktaların gözden kaçmasıyla geliyor zaten başımıza ne geliyorsa. Diyalog her şeydir. Kötü diyalogları olan bir sinema ürününün izlenebilirliği düşer. İsterseniz, 100 milyon dolar harcayın, isterseniz hikayeniz dünyanın en iyi hikayesi olsun.

Sonuç olarak anlatmak istediğim şu… Osman Sınav bu Aybars Bora denen adamla çalışmaya devam ettikçe kalitesi düşmeye devam edecektir. Osman Sınav’ı Osman Sınav yapan Raci Şaşmaz’dır. Eğer Kurtlar Vadisi’ndeki kaliteyi yakalamak istiyorsa Raci Şaşmaz gibi adamlara ihtiyacı vardır.

Dizi Projesi Oluşturma

Artık sıkıldım bu işten.

Yayından kaldırılan her dizi için, iğrenç bir senaryoya sahip olup da hala yayında olan diziler için ve güzel bir konunun kötü senaristler tarafından berbat edilen her dizi için içim acımaya başladı. Üstelik reklam mevzundan dolayı dizi süreleri uzatıldıkça uzatılıyor ve burada anası ağlayanlar hep set çalışanları oluyor. Özellikle yaz aylarında yapılan çekimlerde çoğu set çalışanının yorgunluktan baygınlık geçirdiğini okumuştum. Yazık değil mi bu insanlara?

Yazık...

Hem de çok yazık...

Bu yazık olma durumunu yaratan kişi ne yapımcı, ne yönetmen ne de oyuncu. Bu ahvalin tek bir müsebbibi mevcut:


SENARİST ya da SENARYO


Kötü yazılan bir dizi senaryosu, amacı sadece para kazanmak olan bir yapımcı ile birleşiyor ve 4 bölüm sonra yayından kaldırılan bir dizi ile geride yorgunluktan başka hiç bir şeyi kalmamış olan set çalışanı kalıyor.

Aslında içimde oluşan bu sıkıntıların bir sebebi daha var. Yabancı diziler…Lost, Prison Break, 24, The O.C, The Sopranos gibi dizileri izleyince, “Vay be, adamlar ne dizi yazmışlar.” Yerine “Neden bizde böyle diziler yok” deyip sıkılıyorum. İzlediğim şeyden zevk alamıyorum bu yüzden.

O zaman bu durumun nedeni belliyse, elbette ki sonucu ve çözümü de bellidir.

Peki neden kimse bir şey yapmıyor?

Ne yazık ki sektörün şu anki konjüktörü buna müsait değil. Belki "next generation" (yani biz) döneminde bu durum değişir. (zor...) Ama en azından yeni nesil, genç yazarlar, senarist adayları olarak bu gidişe bir dur demek boynumuzun borcudur. Aynı zamanda hak hukuk meselesi de dahil olmaktadır bu işe. Şahsen, yazdığım iğrenç bir dizi senaryosunu çekeceğim diye heba olan bir set çalışanının hakkını ödeyemem. Bu mesuliyeti kaldıracak kuvvete muktedir değilim.

Umarım bana hak verirsiniz...

O yüzden, muhterem hocam, yüce insan, GEZGİN'in deyimiyle "Karanlığa küfredeceğine bir mum yak" düsturunu benimsemiş biri olarak bir yazı kaleme almaya karar verdim.

Senaryo yazma işi tecrübe gerektirir. Bu tecrübe, illa ki profosyonel bir senaristin yanında yetişmek ve tecrübe kazanmakla olacak değil. İnsan kendi tecrübesini de pekala oluşturabilir. Ancak bunun için, çelik bir irade, sürekli dinç bir beyin ve sebat şart.

Bu sitenin müdavimleri olanlar bilirler. Siteye ilk üye olduğumda buraya bir dizi senaryosu eklemiştim. O zamanlar bana çok harika gelmişti.(Bu senaristliğin kuralıdır: Yeni başlayanlar, ilk senaryolarını dünyanın en harika senaryosu zannederler. Biri "olmamış" deyince de bu işi bırakırlar) Ama şimdi bakıyorum ve gülmekten kendimi alamıyorum. Kötü bile olsalar, bana tecrübe kazandırdığı ve hata yapma imkanı tanıdıkları için onları seviyorum. Zaman zaman açıp okurum onları ve her bakışımda yeni bir hatamı yakalar, onu üzerinde çalıştığım projede düzeltmeye çalışırım.

Bu iş hata yaparak öğrenilen bir iştir. Yaptığınız her hata ileride size taze bir bilgi olarak geri dönecektir. O yüzden hata yapmayı seviyorum. (Aşırıya kaçarsanız, hatanın hata olduğunu anlayamaz ve full error bir senaryo yazarsınız, karışmam...)

Velhasıl-ı kelam...


Burada, dizi yazarken kullandığım teknikleri, olması gerekenleri, dizi hikayesi kurmayı, hikayeyi işlemeyi, karakter gelişimini, karakter yazımını anlatacağım. Bu yazılar tamamen tecrübeye dayanmaktadır. Yüzde yüz doğru olduğuna kimse inanmasın.


Artık mumun fitilini ateşleme vakti geldi. Karanlığa küfretmeye son...

Hayırlısı olsun...

Umarım faydalı olur...


***

NOT: Bu yazının devamını okumak ve yararlanmak istiyorsanız, GEZGİN hocanın bu siteye eklediğim, fikir kaynakları, yaratıcılık ve beyin fırtınası isimli yazılarını okumanız gerekiyor. Yoksa bu yazıdan pek faydalanamazsınız. Neticede anlatacaklarım, onun yazılarından yola çıkarak anlatacağım şeylerden ibaret. GEZGİN hocam benim yegane kaynağımdır. Ona burdan sonsuz teşekkür...
***

Öncelikle şunu belirtmek isterim. Kanallarla yapılan dizi anlaşmaları 13 bölümden oluşmaktadır. Ve yine yapımcıların oyuncularla kontrat yenilemesi her 13 bölümde bir yapılmaktadır. O yüzden bu 13 Bölüm kavramı bizim için önemli... 13 Bölüm kavramını aklınızdan sakın çıkarmayın. Dizi demek 13 bölüm demektir.

***

Hatırla Sevgili, Yabancı Damat ve İkinci Bahar isimli dizilerin senaristi Nilgün Öneş, bir röportajında şöyle der:

"Dizi projesi oluşturmanın asgari süresi 6 ay ile 1,5 sene arasındadır. Bu üç projenin de bir şekilde başarıya ulaşmasının altında uzun süren ön hazırlık aşaması yatmaktadır. Dizi projesi oluşturacak olanlara tavsiyem işlerini çok sıkı tutmaları ve ciddiye almaları. Yayından kaldırılan dizilerin çoğu üzerinde çalışılmamış ve aceleye gelen işlerdendir. 8 aylık ön hazırlık aşaması geçirmiş bir dizi, bir sezon boyunca sorunsuz bir şekilde ilerleyebilir."




Evet, üstad Nilgün hanım gayet doğru söylemiş. Şimdi senaryo yazmaya ilk heveslendiğim zaman başladığım bir dizi projesinin ne hale geldiğini anlatayım.




Aklıma bir konu gelmişti. ASALA operasyonları... Hemen ardından bir kaç baş karakter ve bir takım kronolojik olaylar dizisi... Hemen oturdum bilgisayarın başına ve 1.bölümün senaryosunu yazdım. Derken zihnim açıldı ve bu süreç yedinci bölüme kadar gitti. Ancak 8. bölümün ilk sahnesinin başlığını yazdım, başladım hindi gibi düşünmeye...




Şimdi ne olacak?




8. bölümde tıkanmıştım. Olaylar birbirine girmişti. Bir karakter bir bölümde iyimserse, diğer bölümde kötümser oluyordu. Karakterlerin hepsi birbirine benzemişti. 5.bölümde başladığım bir olayı unutmuş, 6.bölümde yeni bir olaya başlamıştım. Senaryo uçarcasına bir hızla ilerliyordu ve bir bölümde dünya kadar olay meydana geliyordu. Ama işte, bu işe yeni başlayanların o kendine güvenen tavrı, beni bu senaryonun çok güzel olduğuna ikna etmişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra çıktısını aldığım 7 bölümün hepsini sobada yaktım. Yanan kağıtlar, benim bu işte tecrübe kazandığımı gösterircesine alevlerin yüzüme yüzüme vurdu.




İşte yukarıda anlattığım olayın tek nedeni projemin ön hazırlık aşamasının yapılmamasıydı. İstenmeyen çocuk gibi bir anda oluvermişti. Kendimden verdiğim örnek yetecek değil tabi.. Bir de sektörden örnek verelim...




Herkes tarafından bilindiği için ilk örnek Kurtlar Vadisi Pusu olsun...




İlk seri gerçekten müthişti. Senaristler projeye Haziran 2002'de başlamışlar, dizi Ocak 2003'te yayına girmişti. Hazırlık süresi 6 ay... Ve her senaristin ders alması için izlemesi gereken bir dizidir. 3. seri olan PUSU ise çok büyük bir şekilde aksayarak ilerliyor. Her bölümde Polat'a bir pusu kuruluyor ve klişe yöntemler uygulanıyor gözüme sokulurcasına. Peki nedeni ne? Senaristler aptallaşmış mı? Hayır. Nedeni ön hazırlık. Senaristler projeye Şubat'ın ortasında başlıyorlar ve dizi Nisan'ın ortasında yayına giriyor. 2 ay... E 2 aylık bir hazırlıkla dizi yazarsan tabi ki de hikayen klişe dolar. Az bir senaryo bilgisine sahip biri dizinin ne kadar kötü yazıldığını anlar. Tabi bizim aklı başında olmayan Türk izleyicisi de ağzını açıp "çok güzel" diye izliyor.




Diğer bir örnek ise yayından kaldırılan Fesupanallah isimli dizi.




Bu dizi de hiç bir şekilde ön hazırlık yapılmamış hissi uyandırmıştı bende. Bir konuyu 3 bölüm uzatmanın sahneleri uzatmak olduğunu düşünen ve kendini senarist zanneden bir grup insan tarafından yazılmıştı dizi. Yahu bir dizide 13 dakikalık sahne olur mu ya? Yani az buçuk dizi izlemiş biri bile bilir bunu. Bir bölümde olabilecek en uzun sahne 4 dakikadır. Bu dizinin de ön hazırlık süresi 2,5 ay… Ünlü oyuncuların çok olmasının dizinin tutacağı düşüncesine yol açmasının ne kadar yanlış olduğunu da göstermiş oldu dizi.

İyi örnekler de var.

Mesela Nilgün Öneş’in İkinci Bahar’ı. Türk televizyonuna onun gibi bir dizi daha gelir mi bilmem. Bu dizinin de ön hazırlık süresi 14 ay… İçinizden diyorsunuzdur 14 ay bir projeye çalışılır mı? Ama 14 ay çalışıyorsun, 3,5 sene boyunca o 14 ayın acısını tatlı bir şekilde çıkartıyorsun.

Hocam Gezgin ile konuşurken bana şöyle demişti.

“Eğer bir dizi projen 2,5 ayda bitiyorsa, ya dahisin, ya da fena halde çalıntı yapmışsın.”

Bu söz bile çok şey anlatıyor aslında.

Ben de anlatacaklarımı 6 ay üzerinden anlatacağım. Bir plan yapılacaksa bu plan 6 ay üzerinden olacak. Diğer yazı da bu 6 ayda neler yapılabileceğinin şemasını vereceğim. 1 ay çalışıp 5 ay yatmak yok yani…

Senaryo Gruplarına Öneriler

Uzun bir süre 3 kişi çalıştığımdan ve artık "Senaryo Grubu Psikolojisini" iyi bildiğimden mütevellid, edinmiş olduğum izlenim ve tecrübelerimi siz değerli arkadaşlarımla paylaşmayı uygun gördüm.

Umarım faydalı olur herkes için...

Televizyon piyasasını elinde tutan senaristler hep bir grup oluşumundalar. Bunlara bir bakalım…

Bir İstanbul Masalı, Hırsız Polis, Bıçak Sırtı: Neşe Şen-Gaye Boralığolu
Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe: Ece Yörenç, Melek Gençoğlu
Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi, Eşref Saati: Raci Şaşmaz-Bahadır Özdener-Cüneyt Aysan
Pusat, Pars Narkoterör, Acı Hayat: Aybars Bora, Onur Şener, Selman Kılıçarslan
Fikrimin İnce Gülü, Kırık Kanatlar: Rüya İşçileri


Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Hatırla Sevgili, İkinci Bahar, Yabancı Damat : Nilgün Öneş

Mahinur Ergin, Meral Okay vb…

Bir tek Gülse Birsel var tek çalışan….

Bunlar Türk televizyonunu kaplamış olan insanlar… Ve hep beraber çalıştıkları bir arkadaşları var… Yalnız çalışmaktan çok büyük avantajları var, grup çalışmasının. Ama yalnız çalışmanın da tadı başkadır…

***

Herkes gibi bu işe başlarken yalnızdım. Öğrenme aşamasında olduğum için (hala da öyleyim) başkalarıyla çalışmak ilgimi çekmiyordu. Başkalarının hikayemi berbat edeceğini düşünüyordum.

Bir iki projem böyle yalnız geçti.

Sonra, bir arkadaşıma, duygularımı, düşüncelerimi, hayallerimi, yapabileceklerimizi anlattım. Demek ki onun da içinde varmış ki böyle bir şey, beraber çalışmaya başladık. İlk başlarda biraz sıkıntı çektik. Çünkü arkadaşım senaryo bilgisine sahip değildi ama müthiş bir yaratıcı zekası olduğu için ona güvendim. Sonra alıştık ve yalnız çalışamaz olduk. Şimdi hala yalnız çalışamıyoruz.

Bazen, yaptığımız senaryo toplantılarında gerginlikler oluyor, tansiyon yükseliyor, zaman geliyor tepine tepine gülüyoruz. Bazen ikimizin de morali sıfır oluyor, tek kelime yazmadan toplantıyı bitiriyoruz. Bunlar normal...

Benim bu süre zarfında edindiğim en büyük tecrübe şu:

"SAMİMİYET"

Gerçekten samimiyet olmadan hiç bir şey olmuyor. Grubundaki kişiye istediğin gibi takılamıyorsan, ona ne düşündüğünü anlatamıyorsan, her şeyden önemlisi ne hissettiğini ona açıklayamıyorsan iş gerçekten çok zorlaşıyor.

Aslında bizim en büyük avantajımız, aynı yurtta ve okulda aynı sınıfta olmamız olabilir. Böyle bir statüde ister istemez samimiyet oluşur ama diğer türlü de samimiyetin kurulamayacağı anlamına gelmez.

Yani sizin grubunuzdakilerle iyi anlaşmanız için aynı sınıfta ya da aynı işyerinde olmanız gerekmez.

Peki yeterince samimi olmazsak ne olur?

Yeterince samimiyet kurulmadığı zaman, grup üyeleri birbirinin arkasından farklı düşüncelere yönelebiliyor. Toplantı esnasında,kafasına takılan bir şeyi yüzüne karşı rahatça söylemektense, toplantı dışında bunu başkalarıyla paylaşabiliyor.

Ben böyle bir ortamdan sağlam fikirlerin çıkabileceğini düşünmüyorum.

Ama, samimiyet dozu yerindeyse, aklına takılan bir şeyi rahatça sorabiliyorsan, tartışmaktan çekinmiyorsan, az önce bağırdığın, kızdığın arkadaşına toplantı sonrası; "Naber lan" (ya da farklı bir şey) diyebiliyorsan, işte o masadan çıkan fikirler daha bir tatlı oluyor.

O zaman ilk çıkarsamamızı yapabiliriz:

SAMİMİYET

***

Diğer bir unsur ise: EŞİTLİK

Ben arkadaşımla birlikte çalışırken aramızda hiçbir fark yoktur. O, senaryonun teoriksel kısmında eksik olsa bile ikimiz de aynı bilgideymişiz gibi algılarız.

Benim, kabul etmediğim bir satır, onun kabul etmediği bir kelime yazılmaz. Aynı zamanda fikrimi kabul etmedi diye birbirimize kızmayız.

Burada proje sahibinin kim olduğu ikimizin de aklına gelmez. Yani ben ona "Bu proje benim kardeşim, ben ne diyorsam o" gibi ilkel bir cümle sarf etmem.

Ortaya atılan fikir ne kadar güzel olursa olsun ikimiz de aynı anda sevmiyorsak, ikimizi de heyecanlandırmıyorsa, o fikir senaryoya girmez.

Çünkü benim göremediğim bir eksiği mutlaka görmüştür.

Eğer, ben "Bu sahnede X karakteri koşar" diyorsam, niye koştuğunu ona anlatmak zorundayım. O da aynı şekilde... Birbirimizi ikna etmeden hiç bir şey yazmıyoruz.

(Mesela bir röportajda Yaprak Dökümü'nün senaristlerinin senaryoyu bölüştüklerini duydum. Tretmanı çıkardıktan sonra senaryoyu bölüşüp diyalogları tek çalışarak yazıyorlarmış. Çok garip... Tercih meselesidir ama bilmiyorum yine de... Pek sağlıklı değil... )

Ama bu yazdıklarımın fikir üretilmesine engel teşkil ettiği anlaşılmasın.

İkimiz de bilinç altı denen mekanizmanın nasıl çalıştığını bildiğimiz için, birbirimizi kesinlikle kısıtlamıyoruz. Olabildiğince fazla fikir üretmeye çalışıyoruz. Ve saçma, pahalı, uygulanamaz olmasına önem göstermiyoruz.

Yani, çok ciddi bir aşk hikayesi kurgularken “Kızın babası, uzay/zaman düzleminde gidip gelebilen bir dinazorun soyundan geliyor olsun.” gibi bir düşünce ortaya atılıyorsa, o toplantıda kim bilir nasıl bir muhabbet dönüyordur siz düşünün #61514;

Diyebilirsiniz ki; bunun size ne faydası oluyor?

Şöyle bir faydası var: Saçmalama özgürlüğümüzü kullanınca cesaretimiz artıyor. Bilinç altımızı ele geçiriyoruz ve o da (bilinç altı) bize farklı, orijinal fikirler göndererek, bizi ödüllendiriyor.

Gezgin Hocam’ın bir örneğini vermek istiyorum:

Terminatör’ün yazarı James Cameron ve arkadaşı Terminatör 2’yi yazmak için masa başına geçtiklerinde şöyle bir fikir çıkmış: Terminatör bu filmde iyi rolde olsun.

Daha sonra bu fikrin saçma olduğunu düşünüp gülüp geçmişler. Ama sonra saçma olarak düşündükleri bu fikre dönerler, filmin konusunu bu fikre göre kurarlar ve muhteşem bir film yaparlar.

Saçma fikirlere çok iyi bir örnek…

***

Diğer bir unsur ise İŞ BÖLÜMÜ

Amerika’da böyle işler vardır. Mesela, yabancı dizileri izliyorsanız, WRİTİNG bölümünde her bölüm farklı birinin ismi yazar. Ama CREATİNG diye bir faktör de vardır.

LOST dizisinin CREATİNG’i J.J Abrams’dır. İlk bölümün senaryosunu yazar sonra diğer senaristlere bırakır. Ama sürekli işin içindedir. Denetler, katkıda bulunur. Ekibin başıdır.

Bu bir bakıma olağan karşılanabilir…

Ama bizde Tretman Ekibi diye bir ekip vardır. Benim hala daha kafamın almadığı bir konudur. Ya ben dizimin tretmanını niye başkasına yazdırayım? Diyaloglarımı neden başkası yazsın? Çok garip…Bana bu konuyu anlatabilecek olanları dinlemeye hazırım…

O yüzden size tavsiyem böyle işlere girmeyin. Sinopsisi de, tretmanı da, diyalogu da beraber yazın. En iyisidir…

Ha eğer yazamıyorum diyorsanız… Yapabileceğiniz tek şey var:

ÖĞRENMEK…

Kimse, bu işi anasının karnında öğrenmemiştir. Allah vergisi yetenek başka bir konudur. Ama bizler de bu işi tırnağımızla kazıyarak öğrendik. O yüzden gruptaki arkadaşlarınıza bu şekilde davranmak yanlıştır diye düşünüyorum…

Bunlar benim kendi tecrübelerim…

Kesinlikle “kesin” kurallar değildirler ama uygulanırsa da iyi sonuç verecek şeylerlerdir.

Takdir sizin…

8 Şubat 2008 Cuma

AMERİCAN GANGSTER

Divx denen olayın gözünü seveyim. İnternette dolaşan filmler her ne kadar sahiplerine emek hırsızlığı yapıyorlar dedirtse de yakın zamanda bunu önüne geçilebileceğini düşünmüyorum.

*** ***

Divx'in son nimetinden geçen gün faydalandım ve ülkemizde gösterime henüz giren American Gangster filmini daha Türkiye'ye gelmeden önce izleme fırsatım oldu.

Filmin yönetmeni, Gladiatör, Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü) Kingdom Of Heaven (Cennetin Krallığı) filmlerinin yönetmeni Ridley Scott. Bir de kardeşi vardır Tony Scott. O da, Men On Fire (Gazap Ateşi), Enemy of The State (Düşman Hattı) ve Deja Vu filmlerinin yönetmenidir. Anlayacağınız bu iki kardeş, Hollywood'da başarılı işlere imza atan cevval insanlar.

American Gangster filminin çekileceğini duyduğum zaman bir hayli heyecanlanmıştım. Çünkü yönetmeni Ridley Scott ve oyuncuları Denzel Washington, Russel Crowe idi. Konusu da mafya olunca filmin tadından yenmez olacağı hissine kapılıp beklemeye başladım.

Film, Wietnam savaşının yaşandığı günlerde geçiyor. Denzel, Wietnam'daki kuzeni vasıtasıyla aşırı kaliteli ve ucuza mal ettiği uyuşturucuları Amerika'da pazara çıkarıyor. Bu mallar sayesinde piyasadan herkesi silen Denzel, Amerika'nın en büyük mafya babası haline geliyor. Ancak bunu bilen çalıştığı insanlar dışında hiç kimse. Herkes onu büyük bir iş adamı zannediyor. Ayrıca bir zamanların Amerika'sının (belki hala öyledir) pisliğe batmış halini izleme şansımız oluyor. Ridley Scott'un yüksek kaliteli prodüksiyonu bize bu duyguyu fazlasıyla hissettiriyor.

Russel Crowe ise, ailevi sorunlar yaşayan bir polis. Filmin ilk başlarında Denzel ile Russel arasında yaşanacak çatışmayı merak etmeye başlamıştım. Ancak bir türlü olmadı. İlk 45 dakika boyunca bu iki insan hiç karşı karşıya gelmediler. Birbirlerinden haberleri bile yok. Oysa, bir filmde kahraman ile düşman ara ara karşı karşıya gelmeli ve birbirlerine meydan okumalılar. Bu çatışmanın düzeyini arttırarak gerilim oluşmasına vesile olur.

Russel'ın aslında uyuşturucu baronunun Denzel olduğunu öğrenmesi filmin sonuna doğru oluyor. Oysa, ikinci perdenin başında bu bilgi gelseydi, bu ikili film boyunca çatışacak, biri kaçacak, diğeri kovalayacaktı. Onun yerine bize, hikayeye katkısı olmayan bir sürü şey izlettiler.

Filmdeki çatışma, yok denecek kadar zayıf kurulmuş. Oysa, daha heyecanlı yapılabilirmiş gibi geldi bana. Asllında şöyle bir şey de var: Filmin senaryosu gerçek hayattan alınma. Birinin hayat hikayesi şeklinde. Ama hayat hikayesi de olsa, neticede sinema yapıyorsunuz. Hikayenin üzerinde oynama hakkına sahipsiniz. Belgesel zihniyetiyle yapılan hayat hikayesi filmlerinden biri. Filmin süresinin 2 saat 37 dakika olmasına da bir anlam veremedim.

Çatışma unsuru genelde sahnelik kullanılıyor ve birbirlerine racon kesen adamların kavgalarını izlerken biraz geriliyoruz o kadar.

Filmde, çok fazla karakter var ve hepsini akılda tutmak bazen zorlaşabiliyor.

Denzel'e kötü rol bir hayli yakışıyor. Gerçekten hakkını vererek yapmış. Russel Crowe ise Gladiator ve Akıl Oyunları'ndaki performansından biraz mahrum kalmış gibi.

Neticede American Gangster filmi bekleneni vermeyen bir film. Ancak, racon görmek isteyen, çatır çatır şiddet işleyen karakterler izlemek isteyenler için ideal bir film. Hikayesine bakıp, büyülenmek isteyenler için ise hayal kırıklığı.

KOLAY GELSİN...