12 Kasım 2007 Pazartesi

TERÖR & NARKO TERÖR

Malumunuzdur ki, millet olarak bir kaç çapulcu hainin silahlarından çıkan mermiler ile şehit düşen vatan evlatlarının ahvaline ağlamaktayız. Ama elimizden gelen sadece ağlamak, sızlanmak ve sokağa çıkıp "Kahrolsun PKK" diye bağırarak terörü lanetlemek. Ancak bunlar bu blogun konusu değil. Siyasi bir yazı yazacak değilim zira. Sadece kafama takılan bir kaç soruya cevap arama çabası olacaktır bu yazı ve Türk Televizyon sektörünün halini gözler önüne serecektir.

Yukarıda da bahsettiğim gibi "Terör" bu milletin içinde en fazla irin bulunduran, bir zamandan sonra mide bulandıran ve ve haliyle en fazla kanayan yarası. Netice itibariyle toprağa düşen her evladımızın acısı sinir merkezlerimize dokunuyor ve bu durum içimizden de olsa terörü lanetlememize olanak tanıyor. Terör bu haliyle bile, sadece ismi söylendiğinde insanların yüreklerinde bir sızlama yaratabiliyor. Yani bu mevzu Türkiye'nin en hassas mevzusu...

Peki nasıl oluyor da Türk televizyonu, bizim için en hassas olan bu noktadan bize saldırarak duygularımızı sömürmeye çalışıyor? Hem de akıllanmadan, uslanmadan...

Geçmişe dönüp baktığımızda "KURTLAR VADİSİ TERÖR" adlı dizi bu kanayan yarayı izleyicilere göstermek istedi. Her ne kadar ortaya çeşitli komplo teorileri atılsa da dizi yayından kaldırıldı. Kimilerileri foyalarının ortaya çıkacağından korktu, kimileri bunu kendi milletlerine hakaret saydı, kimileri de şehit düşen evlatlarının televizyon dizilerine malzeme olarak duygularının sömürülmesini istemedi. İster müspet olsun, ister menfi olsun yapılan bütün bu eleştiriler "terör" konusunun dizilere malzeme olamayacak kadar hassas bir konu olduğunu bizlere anlatmış oluyordu aslında.

Neticede senaryo belliydi...

Bir kaç şehit görüntüsü izletilecek, alttan yanık bir türkü verilecek ve bizlerden bunu izlerken gözyaşı dökmemizi bekleyecekler, ardından deli gibi para kazanıp keyiflerine bakacaklar.

Dizi yayınlanan ilk bölümüyle de kısmen de olsa bunu gösterdi nitekim, yukarıdakileri nispeten uyguladı.

Geçenlerde yayınlanan yasaklı ikinci bölümü ise ortaya aslında bambaşka bir fotoğrafın konulmak istediğini anlattı bizlere. Dizideki amaç terörist öldürüp, milliyetçilik aşılamak değil, terör örgütünün şemasını, portresini çizip, "Bakın bu adamlar budur, şudur." demekti. Yani bir nevi durum tespiti olacaktı dizi.

Ama olmadı ve bu tartışma bir şekilde unutuldu gitti.

Benim asıl korktuğum ise başımıza bu şekilde bir tartışmanın daha musallat edilmesi.

Neden mi?

Çünkü Yapımcı/yönetmen OSMAN SINAV, Pars Narko Terör adıyla bir dizi çekme hazırlığında. Hem de Kurtlar Vadisi Terör'den daha cesur bir senaryoyla. Ne yazık ki fragmanları buram buram duygu sömürüsü kokuyor ve mümkünatı olmayan şeylerden medet umar hale getirmeye sevkediyor bizi.

Fragmanda şunlar yazılı:

- 1 kilo eroin satarlar, 18.000 kalaşnikof mermisi alırlar. Peki kaç mehmetçik şehit ederler?

Ardından görüntüye bir şehit cenazesi geliyor. Resim siyah beyaz... Ancak şehidin tabutunun sarıldığı Türk bayrağı kırmızı... Ve bir küçük çocuk tek başına tabuta bakıyor. Altta ise yanık bir türkü... Ardından bir yazı daha geliyor...

- Onları kim durduracak? Pars Narko Terör...

Ancak öyle bir söyleniyor ki bu cümle, sanki bütün terörü PARS bitirecekmiş gibi?

Ne acı değil mi?

Bundan sonra aklıma şu sorular ve düşünceler yağmur gibi yağmaya başlıyor...

- Osman Sınav, bu işin sonunu düşünemeyecek kadar aptal mı?
- Kurtlar Vadisi Terör neredeyse ülkeyi bölecek hale soktuysa, bu kadar iddialı bir yapım nelere yol açmaz?
- Yine Osman Sınav bu zamanlamayı bilerek mi seçti? Bir haftada 20 şehidin verildiği zamanda bu dizinin insanlara izletilmesi ne kadar doğru?
- İnsanların duygularını paraya çevirmek bu kadar basit mi?

Kimse burada çıkıp da "Olur mu efendim?... Bu dizi kanayan yaramıza merhem oluyor? Bize şehitlerimizi hatırlatıyor. Gerçekleri görmemiz lazım değil mi?" gibi nutuklar çekmesin.

Bir kere bu tip yapımlar yaraya merhem olmaz aksine tuz basar. Şehitlerini hatırlamak isteyen hatırlar. Gerçekleri görmek istiyorsan, doğru kaynaklardan doğru okuma yaparsın olur biter.

Milletin milliyetçilik duygularını körükleyip, dizilerden gündem takip ettirmeye, şehitler üzerinden para kazanmaya kimin ne hakkı var?

Kimsenin hiç bir hakkı yok?

Herkes haddini hududunu, sağını solunu, çapını çevresini bilmeli.

Ufacık bir şehit haberinde onuru kırılan bu milletin bu onurunu ayaklar altına alıp, bizi terör örügütüne küfreder hale getirecekler.

Ne bir kaç parça küfür, ne bir kaç dizi, ne de kırılan onurumuz, bize şehit olan evlatlarımızı geri getirmez. Gözyaşlarımız bu yangını söndürmeye yetmez.

O yüzden herkes işini yapmalı...

Neticeyi izleyip göreceğiz...

Kolay gelsin...

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Karakter Oluşturmak Üzerine Küçük Bir Not

Film yazmanın en zahmetli taraflarından biridir Karakter Oluşturmak. Ne olursa olsun sonuçta ekranda görülecek insanı şekillendiren sizsiniz. Bu bile aslında çok büyük bir olay. İzleyicide gerçeklik ve orjinallik duygusu uyandırmanın yegane şartlarından biridir karakter. Karakterinizin üzerinde ne kadar çalışırsanız filminiz o kadar canlı ve derin gözükür. Silik ve sıradan karakterlerin filmde işi yok. Dışarısı sıradan insanlarla dolu zaten. Filmi izleyenleri 80-90 dakika o koltukta oturtuyorsan bunun hakkını vermek zorundasın. Çünkü sinema denen kültür faaliyetinin altında günlük yaşamın monotonluğundan bir nebze uzaklaşıp, farklı şeyler görme isteği ile arz-talep dengesi yatar.

Bu yüzdendir ki filminizdeki karakterler orjinal olmak zorundadır vesselam...

Peki bu orjinallik nasıl sağlanır?

Orjinalliği sağlamının en etkili yolu şüphesiz gözlemdir. Ancak sadece gözlem yeterli gelmeyebilir. Bu gözlemleri tutarlı şekilde birleştirip sağlam bir "Kolaj Karakter" oluşturmaktır önemli olan.

Peki bu kolaj nasıl yapılır?

Şahsen kullandığım yöntem bir hayli işime yaradı diyebilirim. Müsait bir vakitte, samimi bir arkadaşınızla muhabbet ederken sözün bittiği yerde, konuşulacak bir konu kalmadığı anda devreye girerek arkadaşınızı tahlil edin. Daha doğrusu tahlil ettirin.

Ona şu soruyu sorarak başlayabilirsiniz? (Arkadaşınızın adı Hasan Yılmaz olsun.)

"Bir gün herhangi bir kitapçı ya da kütüphane gezerken rafta bir kitaba rastladın. Kitabın ismi "Hasan Yılmaz". Bu kitapta Hasan'ın hayatı ve bütün karakter özellikleri mevcut. Aldın okudun. Bana o Hasan Yılmaz'ı anlatabilir misin? Nasıl bir tipti? "

Bu sorudaki asıl amaç arkadaşınıza kendi kişiliğine dışarıdan bakmasını sağlamak. Aslında siz ona "Bana kendini anlat" demek istiyorsunuz.

O kendini anlatmaya başladıkça tıpkı bir psikolog gibi ona sorular yöneltin ve ruhunun derinliklerine inmeye çalışın. Zaten arkadaşınız ister istemez açılacak ve bülbül gibi şakıyacaktır. Seans bittikten sonra kişiliğini tek cümleye indirgemeye çalışın. Eğer bir farklılık, ilginçlik söz konusuysa not alın ve karakter klasörünüzün içine koyun.

Örnek:

"Rahat yaşamak, zengin olmak isteyen ama bunun için hiç bir şey yapmayıp, düşündüklerini sadece fikir olarak bırakıp eyleme geçirmeyen biri..."

Komedi filimlerinde ya da dizilerinde görülebilecek boş bir insan tipi olabilir.

Bu yöntemi bir kaç kişi üzerinde uyguladıktan sonra dosyanızda çok farklı karakterler biriktiğini göreceksiniz. Bunları tutarlı bir şekilde harmanladıktan sonra karakteriniz filme hazırdır. Afiyet olsun. :)

Çok faydasını gördüm. Sadece sinemayla ilgili bir durum da değil. Sosyo-kültürel açıdan da oldukça keyif veren bir yöntem. Farklı insanlar tanımak, onların ruhunda derinlemesine bir gezintiye çıkmak çok eğlenceli geliyor bir zamandan sonra. Hem sosyal ilişkilerinizde size yardımcı olacak bir takım bilgiler de edinebilirsiniz. Sonuçta senarist denen kişinin sosyal açıdan zengin olması şart. Aksi takdirde o duyguyu vermesi imkansız.

İnsanların dış görünüşlerine fazla aldanmamak lazım. Dışarıdan en aktif, en pozitif, en entellektüel gibi görünen birinin aslında ne kadar boş biri olduğunu çözebilir, ya da çekingen, sosyal ilişkilerinde bir düzen oturtamamış kişilerin aslında ne kadar dolu olduğunu, insana huzur verdiğini keşfedebilirsiniz.

Gerisi de sizin yaratıcılığınıza kalmış artık...

Kolay gelsin...

DÜZELTME

Bir daha herhangi bir konuyla alakalı bir şeyler söyleyeceksem araştırma yapmadan yazmayacağım.

Aşağıdaki yazıda "Komiser Nevzat" ile ilgili bazı bilgiler mevcuttu. Buna ister önyargı deyin ister tahmin deyin. Sonuçta o yazı orada ve bir çok kişi tarafından da okundu.

Dizinin edebi yoksunluktan uzak olabileceğini yazmıştım. Fakat Komiser Nevzat karakterinin Polisiye yazarı Ahmet Ümit'in meşhur roman karakteri olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Belki de Ahmet Ümit'i pek okumadığımdan kaynaklandı. İlk özrümüz bu.

İkincisi ise yapmacıklıktı. Belki senaryo ve diyaloglar ile ilgili bir şeyler olabilir ama çekimler konusunda bunu söylemek zor. Çünkü dizinin yönetmeni Veli Çelik. Bu şahsiyet bir zamanlar tiryakisi olduğum ve etkileyici aksiyon sahneleri içeren "Sıcak Saatler" dizisinin yönetmeni. O günün şartlarında (10 yıl öncesinden bahsediyorum) bir şeyler başarmış bir yönetmenin günümüz şartlarında ne yapacağı az çok kestirilebilir. Bu da ikinci özrümüz.

Geriye zurnanın son deliği kaldı:

SENARYO...

İşte o kesin değil. Hala daha kaygılarım devam etmekte. Dramatik açıdan çok zenginleştirilebilecek bir konseptin çatışmasız ve basit bir olay örgüsü üzerine oturtulma olasılığı beni korkutmakta. Neyse...

İzleyelim görelim...

20 Ağustos 2007 Pazartesi

YENİ SEZON BAŞLIYOR !

Malumunuz ki Türkiye'de dizi sezonu Eylül ayının başı itibariyle başlar. O günlere yaklaştıkça televizyonlarda yeni yayın döneminde ekranlarda olacak dizilerin teaserleri, fragmanları arz-ı endam eder izleyiciyi bir an önce kendine çekip, reyting kavgasına tutuşur taze dizilerimiz.

Ekran kirliliğinden bahsettiğimiz şu günlerde bu sorunun aslında tek püf noktası olduğunu görmek zor olmasa gerek: İyi prodüksiyon = Zengin (ya da gönlü zengin) yapımcı

Fakat bizde bu kavramların semeresini gören yapımlar bir elin parmaklarını geçmez. İşte o herkesin ağzına sakız olan "Ekran Kirliliği"'nin temelinde bu nokta yatıyor. Kötü prodüksiyonların çokluğu, televizyonu izlenmez kılıyor bir kerteden sonra. Temennimiz Türk Televizyonu'nun en azından bu sene iyi prodüksiyonlara ev sahipliği yapması.

Benim dikkatimi çeken bir kaç dizi var yeni başlayacak.

1-) Fesüphanallah

Çok büyük paralar harcayarak belkide Türk Televizyonu'nun en pahalı dizisini(Ayrılık) yapmasına rağmen (senaryosu da kaliteliydi) 6 bölümden fazla gidemeyen ve Kurtlar Vadisi dışında dizi tutturma konusunda şeytanın bacağını bir türlü kıramayan PANA FİLM yine bir dizi projesiyle karşımızda.

Senaryosunu, Ekmek Teknesi'yle gönlümüzde taht kuran Hasan Kaçan (heredot Cevdet) ve onun Gırgır dergisinden tanıdığı bir kaç arkadaşıyla beraber yazdığı dizinin hem konusu orjinal hem de oyuncu kadrosu çok iddialı. Şafak Sezer, Cem Davran, Kadir Çöpdemir, Erdal Tosun, Ahmet Yenilmez, Hasan Kaçan, Kerim Yağcı, Ayşen Gurudağ, Özlem Tekin gibi isimlerin oynayacağı dizinin reklamı da ATV tarafından sağlam yapılırsa yeni bir Ekmek Teknesi furyası bizi bekliyor gibi. Aksi takdirde bu şahane kadroya rağmen reytinglerin yerlerde sürünmesi içten bile değil.

2-) Pusat

Genel itibariyle başarılı prodüksiyonlara imza atan Osman Sınav, bu sefer Türk insanın nabzının attığı kör noktayı çok iyi yakalamış ve bir BOKSÖR dizisi yapmaya karar vermiş. Tarık Solak organizasyonlarının reyting rekorları kırdığı ve adeta bir paranoyaya dönüşen Kick Box maçlarını seyreden insanımız bu diziyi kaçırmaz gibi geliyor bana. Dramatik yapısı sağlam kurulursa, gerçeklik duygusu ön plana çıkarılırsa ve amatörlüklere yer verilmezse dizi Kurtlar Vadisi'nden bile fazla reyting alabilir. Yani Pusat, her an Polat'ı nakavt edebilir de diyebiliriz.

Çünkü hem konu sıcak hem heyecanlı...

3-) Kuzey Rüzgarı

Aslında bu diziyi yazmayacaktım da elim bir anda yazıverdi işte. Mustafa Şevki Doğan imzalı dizinin konusu Kabadayılık. Oyuncu kadrosunda ise biri klasik biri modern olmak üzere iki mafya babası yer alıyor: Kadir İnanır, Oktay Kaynarca...
Fragmanını izlediğim kadarıyla prodüksiyonu oldukça kaliteliymiş gibi geldi ama emin değilim.

Gelelim işin sosyolojik boyutuna...

Kurtlar Vadisi'nden sonra başlayan şiddet özendirici dizilere karşı koyma hususu bu diziyle devam edecek gibi duruyor. Çünkü, bu sektör çok nankör bir sektördür. İnsnaları etkilemek için ortaya bir Polat, bir Çakır karakteri atarsın ama bu karakterlerin insanların ruh hallerinde nasıl bir yozlaşmaya ve çöküntüye yol açtığının farkına bile varmazsın. Kahraman olacağım diye beklerken günah keçisi oluverirsin bu ülkenin Sinema-TV sektöründe.

Merak etmeyin...

Kuzey Rüzgarı 6-7. bölümüne geldiğinde ortalarda Kuzey(Kadir İnanır'ın dizideki ismi) taklidi yapan onlarca çocuk göreceksiniz. Mafya ve şiddet özendirme konusu daha yeni soğumuşken bu tartışmanın gereksiz yere medya alemini meşgul etmesi beni rahatsız edecek. Üstelik yine bir Tv dizisi yüzünden... Mustafa Şevki Doğan nasıl cesaret edip de böyle bir işe kalkıştı hayret doğrusu.

Yukarıda saydıklarım dışında dikkatimi çeken bir dizi daha var. Amerikan tarzı aksiyon dizisi çekeceğim diye yola çıkan bir dizi... Ancak ismi pek tatsız: Komiser Nevzat... Daha etkileyici olabilir miydi? Prison Break dizisinin isminin "Michael'in Acıları" olması gibi bir şey bu....

Ben dizinin isminden bazı şeyler anladım:

- Dizi edebi yoksunluktan uzak. (Bknz. Sağır Oda, Kurtlar Vadisi, Pusat, Kuzey Rüzgarı gibi dizilerin teaserlerindeki sloganlara)
- Yapmacıklık hat safhada olabilir.
- Çatışmasız bir dramatik yapı ve ayrıntıların çokluğu

İnşallah beni mahcup eder bu dizi. Çünkü gerçekten "24, Prison Break, CSI: NY, Lost" dizilerindeki gibi aksiyona çok ihtiyacı var beyaz camımızın.

Diziler yayınlanmaya başladıkça eleştirilerini buradan takip edebilirsiniz.

Kolay Gelsin...

8 Ağustos 2007 Çarşamba

HÜZÜN

Bir parça hüzün halleder her şeyi....

Senaryo konusunda belki de Türkiye'nin en bilgili şahsiyetlerinden biri olan muhterem GEZGİN, www.senaryorum.tk adlı siteyi kapatarak yazın hayatına son vermiştir.

3 sene boyunca senaryo hususunda söylenebilecek her şeyi fazlasıyla söyleyen ve sanal ortamda kendine öğrenciler edinen bu mümtaz şahsiyete buradan tekrar tekrar teşekkürlerimi gönderiyorum.

Umarım, onun bu kararı almasında tetikleyici rolü oynayanlar emellerine ulaşmışlardır. Yoksa çok büyük ayıp ettiler vesselam...

Bizim insanlarımız ne zaman birilerini siyasi görüşlerine göre yargılamaktan vazgeçerlerse GEZGİN o zaman geri dönecektir. Ve ne yazık ki böyle bir şeyin olması yakın zamanda mümkün değil.

Bizi böyle bir ilim deryasından mahrum bırakanlar utansın...

Diyecek başka bir şey yok.

17 Temmuz 2007 Salı

PRİSON BREAK

Şu an ikinci sezonunun bitiren ve üçüncü sezonun hazırlanan bir dizidir Prison Break. Ama dizide tuhaf bir durum var: Bağımlılık...

Eğer işiniz yoksa sizi minimum 6, maksimum 10 bölüm izlemeden başından kaldırmıyor. Peki neden bu kadar başarılı bu dizi?

Aşağıda dizi ile ilgili bazı notlarım var. Biraz dağınık olabilir ama işe yarar bilgiler var.

- Evvela dizinin ismi bile insanı etkiliyor: Hapisten Kaçış
Hapisten Kaçış dendiğinde çoğumuzun aklına gelen sahneler, gizli geçitlerden ya da kazdıkları tünelden her an yakalanacakmış hissi ile kaçmaya çalışan mahkumlar. Bu da dolayısıyla aksiyon, gerilim ve heyecanı beraberinde getiriyor. Dizi daha izlemeye başlamadan bile insanı kendine çekmeyei başarıyor.

- Dizinin belkide en çok öne çıkan unsuru kuşkusuz HİKAYE. Dizinin hikayesi inanılması güç bir şekilde ilerliyor. Masum olduğu halde idama mahkum edilen abisini hapisten kaçırmak için hapse giren bir kardeş... "Dışarı çıkmak için içeride olmak lazım" felsefi bir bakıma. Üstelik bu kardeş, yapı mühendisi. Aylarca çalıştığı kaçış planını vücuduna dövme olarak işlettiriyor. Şaşırmamak elde değil.

- Dizi, senaryo kuramına çok sadık kalmış ve çok da iyi etmiş. Senaryo kuramcılarının dediği "Sahneye geç gir, erken çık." kuralını uygulamadığı sahne hemen hemen yok gibi. Çatışmasız sahne yok gibi. Her sahnenin süresi yeterli. 3 dakikadan uzun sahne yok denecek kadar az. Bu da ister istemez hikayeden koparmıyor bizi.

- Dizi, ilk bölümüyle hikayenin ortasına bizi yaka paça atıyor. Kendinizi bir anda FOX RİVER'da buluyorsunuz. Ben ilk başlarda demiştim: "Neden bu adamlarla ilgili bilgi yok? Scofield bu planı nasıl yapmış?" Ama sonradan bir bölümü buna ayırarak kafalardaki bütün soru işaretlerini sildiler. Her şey birbir gösterildi. Aslında çok sıkı bir yöntem. Dizinin ilk bölümüyle hikayenin ortasına atlamak gerekiyor. Bizden biri olsa diziye Lincoln'un hapse girişyle başlar ve daha 6-7. bölümde çuvallardı.

- Dizide, insanı şaşırtan çok fazla şey var. Kaçıştaki ustalık, aksilikler (ne çekti o Michael bir bilseniz) karakterlerin şaşırtan hamleleri vs. vs. Her bölümde çok önemli dediğimiz bir olay mutlaka oluyor. Yavaş geçen bir bölüm yok. (KV Pusu'nun 7.bölümünü hatırlayın. Polat 1 saat boyunca ofisinde düşündü)

- Dizide, karakterler derinlemesine işlenilmiş. Her karakterin çok emek verilerek yazıldığı belli olan orjinal bir analizi, biyografisi var. Bu da gerçeklik unsurunu çok fazla hissettiriyor bize.

- Dizide, diyaloglar çok yerinde ve sınırında. Ne çok günlük, ne çok edebi. Tam ortasını bulmuşlar. Uzun ve anlaşılması kolay cümlelerle hikaye anlatmak eğlenceli olsa gerek.

- Dizide, çatışma kuramı da her şeyiyle ortada. Düşmanların çok kaliteli ve sağlam olması, bizi kahraman içi endişelenmeye itiyor. Kahraman için endişelendikten sonra düşmandan nefret ediyoruz ama düşman sürekli saldırıyor. Dolayısıyla kendimizi kahramanla düşman arasındaki savaşa tanıklık ederken buluyoruz.

Gerçekten çok kaliteli düşmanlar var.

-Gözünü hırs bürümüş rüşvetçi ve her türlü pisliği yapabilecek olan Gardiyan Bellick.
-Scofield'den daha çakal olan ve Scofield'in planını adım adım çözen enteresan bir FBI ajanı: Ajan Mahone.
-Başkan ve onun adamı Kellerman.

Hala daha izlemekte olduğum için şimdilik bu kadarını biliyorum.

Bu kadar kaliteli düşmanın olduğu diziyi babam bile izler. (Ki izliyor zaten. Yakın gözlüğünü takıp, her alt yazıyı okumak için "Stop" tuşuna basıyor.)

- Dizi için çok çalışıldığı belli ediyor. Scofield'ın plan yapmak için nasıl çalıştığını gördüyseniz durumu anlarsınız. Adam kocaman duvarı pano olarak kullanıyor. İşte dizinin senaristleri de o şekilde çalışmıştır büyük ihtimal. Ama fazlasıyla hakettiklerini söyleyebilirim. Başka türlü böyle bir olay örgüsünün kurulması çok zor.

Bizde neden böyle diziler yapılmıyor?

sorusunu ileride işleyeceğim.

Kolay gelsin...

11 Temmuz 2007 Çarşamba

BİR "FIRTINA" TUTTU BİZİ !

Edebiyat tarihinde hikayeler genelde iki türe ayrılırlar:

1-Moupassant Tarzı
2-Çehov Tarzı

Bunlardan birincisi (Moupassant) durum hikayesidir. Yani olay değeri taşımayan, giriş, gelişme, sonuç bölümleri olmayan, yazarın o an için gözlemlerini ve duygularını yansıtan hikaye türüdür. Bizim bu tarzdaki en önemli temsilcimiz "Sait Faik Abasıyanık"'tır. Türk edebiyatının hikayecileri arasında yer alan Sait Faik'in hikayeleri bu esasa dayanır. Olay hemen hemen hiç yok gibidir onun hikayelerinde gördüğü şeyler üzerine yazmıştır sadece.Örneği; fırına doğru giderken ekmek mi yoksa francala mı alayım diye düşünmesini hikaye şekline getirmiştir.

İkinci tarz hikayeler (Çehov) ise olay örgüsü unsuruna dayanır. Hikayenin bir girişi, gelişmesi ve bir sonucu vardır. Olay başlar ve biter. Her şey belli adımlar üzerine kurulmuştur. (Film değeri taşıyan çoğu hikaye bu tarzda yazılmıştır) Bu tarzın bizdeki temsilcisi ise "Ömer Seyfettin"'dir. Onun hikayelerine baktığımızda bunu görmek zor değildir. Her hikayesinin başı ve sonu bellidir. Hatta kimi zaman çok şaşırtıcı sonlara yer vererek okurları etkisi altına alan hikayeleri de mevcuttur. Örneğin; DİYET isimli hikayesini ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. Aynı şekilde Pembe İncili Kaftan'da da hafif bir şaşkınlık söz konusuydu.

Bu şekil kısa bir girişten sonra asıl demek istediklerime geçebilirim.

*** ***

Geçen akşam başrolde Nicolas Cage'nin oynadığı "The Weather Man" filmini izledim. Türkçe'ye "Fırtınalı Hayatlar" ismiyle çevrilmiş. (Ben bu filmlerin isimlerini kimin Türkçe'ye çevirdiğini merak ediyorum. The Weather Man, Havacı Adam demek değil mi yav) Bir hava durumu sunucusunun hayat hikayesini anlatıyor film. Ama yine dramatik bir fırsat kaçmış oluyor böylelikle. Genellikle (istisnalar hariç) hayat hikayesi filmleri pek başarılı değillerdir. Çünkü hangimizin hayatı "Üç Perde" kuralına uyuyor ki? Kim "Aman dur şu yaşımda şöyle yapayım da dönüm noktası 3 gerçekleşsin." diye düşünür? Bu kanıtlanmış bir şey. İzleyiciler 3 perdeli filmlerden daha çok zevk alıyorlar. Hayat hikayesi filmleri de buna pek uymadığından pek şansları olmuyor gişede. (Kanlı Sokaklar filmi de hayat hikayesiydi ve ben hiç bir şey anlamadım. Zencilerin hepsi birbirine benziyor be.)

Yukarıda hikaye ile ilgili anlattıklarım bu filme yapışıyor. Evet. Bu film "Moupassant" tarzı bir film. Hikaye oldukça durağan ilerliyor. Filmi izlerken kimi zaman konunun ne kadar gereksiz olduğunu hissedebiliyorsunuz. İnsanda bu duygunun oluşmasının tek sebebi filmde kaliteli bir düşmanın, dolayısıyla çatışmanın olmamasıdır. Kaliteli düşmanı ve çatışması bol olan bir filmi izlerken böyle enteresan şeyleri düşünmek için vaktiniz kalmıyor aslında. Çünkü hikaye sizi alıp götürmüştür bir kere. Düşündüğünüz tek şey, kahramanın galip gelmesidir. Ama "The Weather Man" filminde bu unsurlar olmadığı için pek ilgi çekmiyor. Sadece Nicolas Cage'in oyunculuğunu izlemek için izlerseniz canınız sıkılmaz.

Film, Nicolas Cage'nin diş fırçalamasıyla başlıyor. Özdeşleşme kuramı terk-i diyar eylemiş. Bence bunun için en iyi açılış Nicolas Cage'nin hava durumu sunarken filmin başlamasıydı. Ardında ki sahnelerde onun haber merkezindeki durumunu,arkadaşlarını görererek David Stirpz(Nicolas Cage) hakkında daha çok bilgiye sahip olmak izleyiciyi filme daha çabuk çekebilirdi. Sonu ise gayet klişe. Kaybeden bir adam artık kazanmıştır. E banane ki bundan!
(Filmin bunu dedirtmesinin sebebi kahramanı tehlike altında göstermeden filmi bitirmektir.)

Mutsuz biten ya da hayal kırıklığı ile biten filmler izleyici üzerinde her zaman kalıcı etkiler bırakır. Bu teori bu filme uygulansaymış çok da kötü olmazmış herhalde.

Siz siz olun hayat hikayelerine pek güvenmeyin. Çevrenizde "Ulan benim hayatım film gibi bee!" diyen geveze amacalara sadece gülüp geçin.

Bir araba markasının sloganı vardı ki çok hoşuma gitmişti:

Biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu.

3 Perde'den daha iyi bir kalıp icat edilene kadar en iyisi bu.

Kolay gelsin...

Kaynak: Hikaye ile ilgili bilgileri yazarken Nihat Sami Banarlı'nın "Resimli türk Edebiyatı Tarihi" isimli kitabından yararlandım.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

BİR SENARYO FORMÜLİZESİ

Her yazımda olduğu gibi bu yazıda da GEZGİN ile alakalı bir nokta var. O bize Hollywood kültürünü öğretti. Gişe canavarı film yazma tekniklerini sıraladı. Hatta bunları derinlemesine işledi. Onun yazılarını düzgünce okuyan ve ders,ne iyi çalışan birinin gişe şansı olan filmler yazması içten bile değil. (Düzgün okumazsanız Beynelmilel gibi bir film yazar ödül alırsınız. Ne kadar güzel değil mi?) Tercih sizin....

GEZGİN bize senaryo yaarken hangi sıradan başlayacağımızı ve nasıl yapmamamız gerektiğini öğretti. Bilgilerin hepsi sitesinde mevcut. Bu yazı ise onları toparlamak, özetlemek ve bir yazıda birleştirerek iş kolaylaştırma çabasının ürünüdür. İsterseniz hemen başlayalım.

1-) Orjinal Bir Film Fikri

Evet. Film yazmak orjinallik ister. Orjinallik yaratıcılığın perde arkasıdır. Asıl olan yaratıcılıktır aslında. O yüzden film yazmak isteyenlerin orjinal bir film fikri bulmaları şart. Piyasada milyonlarca film var. Bulduğunuz fikri bir film işlemiş olabilir.

Peki bu orjinalliği nasıl sağlayacağız?

a-) Hayattan sağlayacaksınız. Çevrenizden sağlayacaksınız. Diğer insanların göremediğini görerek sağlayacaksınız. Okuduğunuz bir gazete haberinden, yaşadığınız bir olaydan, duyduğunuz bir diyalogtan. Peki bunlar film değeri taşımıyorsa? ( Sıradan bir cinayet haberinden film olmaz.)

b-) Diyelim ki aklınıza bir anda bir fikir geldi. "Bunun filmi olsa nasıl olur?" dediniz. Ama fikir film değeri taşımıyor. İşte o zaman oraya bir kavram giriyor:

BEYİN FIRTINASI!

Beyin fırtınası fikirlerin üzerine fikir katma olayıdır. Ortaya koyduğunuz ürün bir öncekinden üstün olmalı. Burada kaçınmamanız gereken bir şey var.

SAÇMALAMAK !

Sakın korkmayın. Aşırıya kaçmamak kaydıyla saçmalamayı deneyin. En orjinal fikirler saçma fikirlerin yontulmasıyla oluşur. Eminim o saçma dediğiniz fikir bir anda senaryonuzun en can alıcı kısmına yapışacak ve hayret edeceksiniz. GEZGİN'in sitesinde vardı ama tekrardan zarar gelmez. "Et-tekraru ahsen velev kane 180"(Tekrar 180 kere de olsa güzeldir.) demiş atalarımız.,

James Cameron ve arkadaşı, Terminatör 2 için çalışmaya başladıklarında akıllarına bir fikir gelmiş: "Bu filmde Termiatör iyi olsun." Sonra bunun ne kadar saçma olduğunu düşünüp gülmüşler. Ama zaman geçtikçe saçmaladıklarını filmin ana teması haline getirip gişeyi yemişler.

Saçmalamaktan zarar gelmez. Fikirin üzerinde oynamaktan bir şey olmaz. Oyun hamuru gibi oraya buraya uzatabilirsiniz. (Çok eğlenceli gerçekten)

2-) Orjinal Fikri Hikayeye Dönüştürmek

Fikrinizi buldunuz. Ancak film değeri taşımadığının farkına vardınız. Sonra oturup fikrinizin üzerinde beyin fırtınası yaptınız ve fikriniz film olacak seviyeye geldi. Sırada bu fikri hikayeye dönüştürmek kaldı. İşte en zor ve en uğraştırıcı, en uzun zaman ama en eğlenceli zaman bu zaman. Daha doğrusu süreç. Bu süreç belirsiz bir süreçtir.

Peki bu süreçte fikrimi nasıl hikayeye dönüştüreceğim?

Cevap tahmin ettiğinizden daha basit.

Not alarak!

Peki nasıl ve neyi not alacağım?

Film olma değeri taşıyan fikriniz siz onu bulduktan sonra bilinçaltınıza çöker ve arada bir, bazen sürekli, dışarıya fikir fışkırtır. İşte siz bu fışkıran fikirleri bu not kağıtlarınıza yazacaksınız. Tabi bundan önce yapmanız geren bir şey daha var. Kendinize bir kapaklı dosya alın ve onu bölümlere ayırın:

1-) Genel Hikaye ve 3 Perde
2-) Karakterler
3-) Diyaloglar
4-) Sahneler
5-) Diğerleri

Fikir bilinçaltınıza çökünce aklınıza hikaye kısımları, sahneler,karakterler yavaş yavaş yağmaya başlar. Zihniniz sizi dürtükler: "Bunu da al filme" Bunları o küçük kağıtlara not alacaksınız. Sonra hikaye ile ilgili olanları 1.kısma koyacaksınız. Aklınıza gelen diyalogları yazıp 3.kısma, filminizde olmasını istediğiniz sahneleri not alıp 4. kısma atacaksınız. Bu fikirler her an gelebilir. O yüzden yanınızda kağıt kalem bulundurun.

UYARI: Bu süreç çok uzun bir süreci kapsar. Yaklaşık 2-3 ay. Maalesef. İlham gelmesini beklemeyin ama kendinizi de zorlamayın. Beyin fırtınası yaparak da bu işin üstesinden gelinebilir. Acele etmeyin. Bu boşlukta fikir üretmeye devam edin. Sıradan olmamasına ve ilgi çekici olmasına dikkat ederek tabi.

Hikaye kurarken onu üç ayak üzerine koyun.

- Baş kahraman
- Düşman
- Tepki

Başkahraman olmadan hikaye olmaz. (Beynelmilel'e bakın. Filmde baş karakter yok.) Düşman kesinlikle olmalı. Kahramanı yolundan çevirmek isteyen bir sistemdir düşman. Kahraman bu düşmana karşı koyacak ve filminiz renk katacak. Bir örnek verelim...

- Kurtlar Vadisi Irak

Baş kahraman: Polat
Düşman : Amerikan askerleri

- Devlet Düşmanı

Baş kahraman : Will Smith
Düşman : NSA çalışanları

- Armegeddon

Başkahraman: Bruce Wills
Düşman : Göktaşı,

- Derin Darbe

Başkahraman : Hatırlamıyorum
Düşman : Göktaşı

- Yarından Sonra

Başkahraman : X
Düşman : Küresel Isınma ve Soğuma

Yani düşman illa eli silahlı değildir. Zaman zaman değerler, zaman zaman doğa koşulları düşman koltuğuna oturabilir. Kimi zaman bu sistem de olabilir. İşte hikaye bu iki unsurun çatışmasından doğar. Düşman saldırır, kahraman tepkiş verir. Sonra film zevkle izlenir.



Bir taraftan hikaye üzerine küçük notlar alırken, aklınıza gelen etkileyici sahnelerin notunu alırken karakterlerin özelliklerini de yazmayı unutmayın bu küçük not kağıtlarına. Karakterlerle ilgili olan notları karakter bölümüne atın. Ancak karakterleri en ince ayrıntısına kadar bilmeniz gerekiyor. O yüzden bu konuda sıkı çalışın ve tutarlı olun. (GEZGİN'in tüm yazılarını okuduğunuzu farz ediyorum. Ayrıntıya girmiyorum.)

Diyelim ki 2-3 ay boyunca disiplinli çalışarak, usanmadan özgürce fikir ürettiniz konunuzla ilgili. Karakterlerinizi planladınız, olmasını istediğiniz sahneleri belirlediniz. Hikayeniz yavaş yavaş oluşmaya başladı.

Eee... Şimdi?

Şimdisi basit. Alacaksınız notlarınızı bilgisayarınıza temize çekeceksiniz. Sonra onları birleştireceksiniz.

Nasıl?

John Truby'nin "Olay Örgüsü için 22 Adım" isimli yazısını okuyarak. Tek tek bakıcaksınız benim hikayemde bunlar var mı diye. Bu kontrol işini tamamladıktan sonra hikayenizi 3 Perde'ye oturtacaksınız. (Gezgin'in sitesinde mevcut) Hikayenizi genel olarak 3 perdeye oturtmanızın ardından sinopsis üzerinde kafa yormanız gerekiyor.

Sinopsis nasıl olur?

Sinopsis, bir iki sayfalık genel hikaye taslağıdır. Yani 3 perdeye oturttuğunuz hikayenin daha bi düzeli olanıdır.

Size örnek bir sinopsis:

Kaptan Jack Sparrow'u (Johnny Depp), Davy Jones'un sandığındaki akıllara zarar tuzaktan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmaya kararlı olan Will Turner (Orlando Bloom) ile Elizabeth Swann (Keira Knightley), çaresizlik içinde Kaptan Barbossa (Geoffrey Rush) ile ittifak yaparlar. Doğu Hindistan Ticaret Şirketi'nin kontrolü altında olan Davy Jones'un ürkütücü görünümlü hayalet gemisi The Flying Dutchman, dünyanın bütün denizlerini kasıp kavurmaktadır. İhanet, vefasızlık ve dönekliğin kol gezdiği vahşi denizlerde yelken açan korsanlarımızın yolu egzotik Singapur'a düşer. Burada sevimli ve kurnaz Çinli korsan Sao Feng (Chow Yun-Fat) ile karşılaşırlar. Dünyanın sonu olarak tanımlanan uzakdoğu okyanuslarındaki bu nihai savaşta terazinin dengeleri ortadadır. Korsanların her biri sadece kendi hayatı ve kaderi için taraf olmakla kalmayacak; aynı zamanda özgürlük sevdalısı korsan yaşam tarzının geleceğini kurtarma mücadelesi verecektir.

Karayip Korsanları 3'ün sinopsisidir bu. Bu kadar kısa olmak zorunda mı? Hayır. Dedim ya bir iki sayfa olabilir diye.

Bu sinopsis aşamasından sonra artık hikaye yavaş yavaş derinleşmeye başlamıştır bile.

Sırada ne var?

Tretman!

O nasıl bir şeydir?

Tretman hem sahne planını hem de hikaye planını içinde barındırır. Sinopsisini yazdığınız hikayenizin sahnelerin ve genel akışını hiç diyalogkullanmadan yazacaksınız. 15 sayfayı geçmemesi tavsiye olunur.

İşte bir tretman örneği;

Sahne X - Kilitçi adamın evinin önü

Kilitçi arabasıyla evin önüne yanaşır. Ancak kilitini değiştirmediği bir dükkanın sahibi elinde silahla onu vurmak için arabadan iner ve iyice yaklaşır. Silahı doğrultur. Tartışmaya başlarlar. Dükkan sahibi çalınan mallarının paralarını istemekte kilitçi ise kapının değişmesi gerektiğini söyleyip kendini savunmaktadır. Derken kilitçinin küçük kızı kapıda belirir. Babası her ne kadar uzak durmasını söylese de o babasının anlattığı masalın etkisiyle babasını korumak içinkoşar. Gerilim iyice artmıştır. Annesi evin içinde feryad ederek kızın peşinden gitse de yetişemez. Kız babasının kucağına atladığı sırada adam tetiğe basar. Adeta kare donar. Hepimiz kızın vurulduğunu düşünürüz. Babasının çığlığı boğazında düğümlenir. Ancak kıza bir şey olmamıştır. O hala babasını kurtarmak istemektedir her şeyden habersiz. Kız gerçekten de vurulmamaıştır. Babası sırtını kontrol ettiğinde hiç bir şey olmadığını görür ve sevinir. Tetiği çeken ise öylece kala kalmıştır. Çünkü silahın içindeki mermi kuru sıkı mermisidir.

Oscar ödüllü CRASH filminin beni en çok etkileyen sahnelerinden birinin tretmanı. Bakın hiç diyalog yok. Karakterlerin duyguları da var işin içinde. İşte her sahnenizi bu şekilde yazacaksınız. Çok fazla ayrıntıya girmeyin. Ayrıntıları sahne yazımında kullanırsınız.

Bitti mi?

Olur mu?Daha sahne listesi var?

Tretman aşaması bittiğinde tretmandan yola çıkarak her sahnenin bir iki cümlelik tasviriyle bir liste hazırlamak. (Gezgin'in sitesinde ayrıntılarıyla mevcuttur)

Örnek;

- Ajan Duck, Claire'nin cesedinin başında otopsiyle ilgili bilgiler alır ve onu inceler.
- Duck, ölen Claire'nin babasıyla konuşur ve onun hakkında biraz bilgi edinir.

DEJA VU filminden..

Bu kadar basit... Tretmana bakılarak çıkarılabilecek bir şey. Aradaki ayrıntı sahnesini yazmadım farkındaysınız. Bu iki sahne arasında Duck'ı tramwayda ilerlerken görürüz. Ama o kadar öneml dğil. Peki ne gerek var ki bu sahne listesine? Tretman neyimize yetmiyor derseniz size şöyle bir cevap veririm:

Sahne listesi hikayenizin kuş bakışı planını çıkarır ve tüm hikayeyi tek kağıtta görebilme fırsatı sunar.

Bence harika...

Devam edelim.

İşte şimdi dananın kuyruğunun koptuğu yere geldik. Bundan sonra o çok istediğiniz sahne yazımına başlayabilirsiniz. Her sahnenize üç çatışmayı da koyarak. (İç,dış,kişisel) Sahneleriniz 3 dakikayı mümkün mertebe geçmesin. Babam ve Oğlum filmindeki gibi 20 dakikalık yemek yeme sahnesi koymayın. Kısa ve eğlenceli olsunlar. Zaten yukarıdaki aşamaları hakkıyla yerine getirdiğinizde bu aşama size çocuk oyuncağı gelecektir.

Sahne yazımı bittikten sonra tek tek her sahnenin ikinci bir kontrolünü yapın. Sahneleri didik didik edin. Unutmayın onların telafisi olmaz. Dizi için farklıdır. Dizi de bir bölümde hata yaprasan ikinci bölümde telafi edersin. Ama sinema çok farklı. Filmler kolay kolay unutulmaz.

Sahnelerinizin kontrolünü tekrar yaptıktan sonra onu 2 - 2,5 hafta soğutmaya bırakın. Sonra tekrar izleyici gözüyle bakın. Tatmin olduysanız. Güvendiğiniz birine okutun ve tepkisine göre düzeltmeler yapın. Sonra bir zarfa koyup şirketlere gönderin. Ha unutmadan! Telif hakkıydı, patentti bu konulara çok dikkat edin. Onu zarflamadan önce giden noterden tescil ettirip ardından patentini alın. Biri çalar sonra karşımam.

Umarım faydalı olmuştur.

Kayank hususuna gelince. Bu yazı GEZGİN'in sitesindeki yaılardan derlenmiştir. GEZGİN de çoğu yazısını senaryo kuramcılarından derlediğine göre benim yazılarda doğal olarak onlardan alıntı şeklindedir. Ayrı bir kaynak belitmiyorum.

Kolay gelsin....

ACI HAYAT TATLI BİTEMEZ !

(Aşağıda yazdığım Türk dizilerinin hep aşk üzerine olması hususundaydı. Ancak bazı arkadaşlar tarafından eleştirildim ve AŞK düşmanı biri olduğum söylendi. Demek ki yanlış anlatmışım anlatacaklarımı. Bu yazıyla inşallah doğru anlaşılırım.)


Geçenlerde yapımcılığını Osman Sınav'ın yaptığı Acı Hayat dizisi enteresan bir finalle son noktayı koydu. Peki bu nokta nasıl bir nokta? Çok kötü bir nokta... Osman Sınav'a yakışmayan bir nokta. Eğer diziyi başkası yapsaydı belki diyeceğim bir şey olmazdı ama Osman Sınav gerçekten yavaş yavaş şaşırmaya başladı ya da ihtiyarladı.

Acı Hayat her şeyden önce Osman Sınav'ın projesiydi. Yıllardan beri yayın haklarını satın almak için uğraştı. Sonunda aldı ve Acı Hayat klasik Türk Sinema'sının modern haliyle ilk bölümü yayınlandı. Kuşkusuz oyuncu kadrosu dizinin reytinglerine büyük katkı yaptı. Kenan İmirzalıoğlu gibi birinin oynadığı ve Osman Sınav gibi bir yapımcının olduğu dizi elbetteki merak uyandıracaktı. Açıkçası ilk başlarda gerçekten de güzeldi. Ancak 12. ve 13. bölümden sonra (Osman Sınav'ın PARS filminin çalışmalarına başladığı ana denk gelir.) bozulmalar başladı.

Osman Sınav'da bir enteresanlık var. Yaptığı her diziye mutlaka MAFYA unsurunu koymak zorunda hissediyor kendini. Bence yanlış bir hareket. Madem kavuşamayan aşıkları anlatacaksın o zaman entrikası yüksek bir dizi olması gerekiyor. Ama aksine Kurtlar Vadisi gibi şiddet sahnelerinin bol olduğu bir aşk dizisi çıktı ortaya. Aşk dizisinde şiddetin ne işi var yahu. Silah olabilir, felsefesi iyi olan kötü adamlar, acımasız kişiler olabilir ama Mehmet KOSOVALI'nın uyuşturucuya savaş açması, mafyanın kökünün kazımaya çalışması gibi foul hareketlerde bulunması hoş olmadı. (Ne yapsın reyting için başka yol mu var?)

Lafı fazla uzatmadan final bölümüne gelelim.

Saygıdeğer GEZGİN'in "Bir İstanbul Masalı Neden Mutsuz Bitmeli?" diye bir yazısı var. Okunmaya değer. Aşağı yukarı bende aynı şeyleri söyliyeceğim.

Dizinin ismi ACI HAYAT. Hikaye kavuşamayan aşıkların hikayesi ve hikaye doğru neticelendi. İnsan doğası gereği kavuşamayan aşıklardan oldukça etkilenir. Aslı - Kerem, Ferhat - Şirin gibi efsanelerin ün yapma nedeni de bununla ilişkilidir. Ancak etkilendiğim söylenemez. Çok büyük bir dramatik fırsat kaçmış oldu. Türkiye'yi gözyaşına boğmak, dizinin günlerce konuşulmasını sağlamak varken Filiz'le Mehmet'i el ele tutuşturup bitirmek kötü bir tercih.

AŞK gibi müstesna bir hususun işlenmesi böyle olmamalıydı. İnsanlara gerçek AŞK'ın nasıl olduğunu anltamak gerekirdi. ACI HAYAT bunu yapamadı ama yapan bir dizi var. SHOW TV'nin yanlış yayın politikası ve reklam özürlülüğü nedeniyle 7.bölümüyle yayından kaldırılan AYRILIK dizisidir. Bence Türkiye'nin en iyi dizisi olmaya adaydı. Merak eden arkadaşlar internetten izleyebilirler. İnsan izleyince birilerine aşık olası geliyor. Aşk ve hasret daha önce böyle işlenmemiştir her halde. (AYRILIK, Kurtlar Vadisi ekibinin yazdığı ve yaptığı bir dizidir.)

Nermin'in öldüğü an da pek etkilemedi insanları. Yine kaçan büyük bir dramatik bir fırsat var ortada. Bence insanları etkileyecek en iyi yöntem Nermin ve Mehmet'i o dağlık arazide öldürmekti. İnanın üzerinde biraz çalışılsa bu o kadar zor değildi. (Kurtlar Vadisi'nde Elif öldüğünde boğazıma bir şey düğümlendi kaldı. Çok etkilendim. Böyle bir AŞK olamaz dedim.Dedirten dedirtiyor arkadaş!)

Senaristler saçmalama özgürlüğünü en iyi kullanması gereken kişilerdir. En orjinal fikirler saçma fikirlerin yontulmasıyla oluşur. Acı Hayat'ı yazanların bunu düşünmemesi ya da düşünüp de yapamaması (ki daha kötü) dediğim gibi dramatik fırsat silsilesinin kaçtığı anlamına geliyor.

Yine dizi de ucu açık bırakılan noktalar kaldı. Ender neden ölmedi ki? İzleyiciler genel itibariyle kötü adamların cezasını bulmasını ister. Bu kahramanla özdeşleşmeyle paraleldir. Ama Ender'in yaptığı bütün pislikler yanına kar kaldı gitti.

Ayrıca, dizinin diyalogları gerçekten beni çileden çıkardı. Çok derin bir felsefe olan AŞK hususunu, anlaşılması güç, derin kulağa hoş gelen diyaloglarla beslenmeliydi. Fakat diyaloglar tamamen kurallı cümlelerle kurulmuş. Edebilikten uzak, modern cümleler vardı. İnsanı etkileyecek şekilde şiirsellik kullanımının kimseye bir zararı olmazdı. (aşırıya kaçmamak kaydıyla) Dizinin en başından beri "Sana gelmediğim gün öldüğüm gündür." sözü söylenip durdu.

Ne olursa olsun Acı Hayat pahalı ve iyi bir prodiksiyondu. Yönetmen Ceylan Ede iyi iş çıkarmış. Oyuncuların performansı da fena değildi. Oğuz Galeli (Ender) ve Anta Toros (Belkıs) hariç. Osman Sınav, Oğuz Galeli'nin performansını beğenmiş. ( İlk duyduğumda inanamadım)

Size bir iki tavsiyem var.

Mutsuz olaylar insanı etkiler şüphesiz. Bu sinema ortamında daha fazla etkisini gösteriyor. O yüzden dizi yazmak isteyenlerin daha ilk bölümü bile yazmadan dizinin final bölümünün nasıl olacağını tasarlamalılar. İz bırakan final dizinizin unutulmasını geciktirir. AŞK dizisi yazmak isteyenler için kaçırılmaması gerekn bir dramatik fırsattır bunlar.

18 Haziran 2007 Pazartesi

TÜRK DİZİ ANLAYIŞI - 1: PARANOYAK ZİHNİYET

3 yazı öncesindeki çalışmanın devamı niteliğinde olan bu yazı Türk televizyon dizileri üzerine bir araştırma niteliğindedir.

Türk dramaları maalesef dünyanın kabul etttiği senaryo anlayışından oldukça uzak eserler vererek insanımızı oyalamıştır. İçlerinde izlenmeye değer olanları olduğu su götürmez (senaryosal açıdan söylüyorum) bir gerçek. Aşağıda vereceğim rakamlar dizilerin nasıl bir furyaya dönüştüğü hakkında bilgi vermekte:

2006-2007 sezonunu 39 dizi tamamlayabildi...

1-) Kurtlar Vadisi Pusu
2-) Sağır Oda
3-) Acı Hayat
4-) Köprü
5-) Kaybolan Yıllar
6-) Avrupa Yakası
7-) Hatırla Sevgili
8-) Doktorlar
9-) Binbir Gece
10-) Ihlamurlar Altında
11-) Sıla
12-) Doktorlar
13-) Yalancı Yarim
14-) İki Aile
15-) Beyaz Gelincik
16-) Acemi Cadı
17-) Fırtına
18-) Gümüş
19-) Yabancı Damat
20-) Selena
21-) Arka Sokaklar
22-) Yaprak Dökümü
23-) Cennet Mahallesi
24-) Ezo Gelin
25-) Geniş Zamanlar
26-) Candan Öte
27-) Sevda Çiçeği
28-) Emret Komutanım
29-) Duvar
30-) Şöhret
31-) Kezban Yenge
32-) Hepsi Bir
33-) Bebeğim
34-) Kader
35-) İki Yabancı
36-) Yağmur Zamanı
37-) Yeşeren Düşler
38-) Kara Duvak
39-) Yaralı Yürek

Bunlardan yaklaşık 6 tanesi mizah içerikli, 4 tanesi politik-aksiyon içerikli, 4 tanesi töre içerikli...
Geri kalan 25 tanesi ise tamamen AŞK üzerine kurulu...

Bu yukarıda sayılanlar sezonu sorunsuz kapatabilenler. Bir de kapatamayanlar var. Merak etmeyin onların da temaları AŞK.

Son yıllarda en fazla reyting toplayan bir kaç dizi var:

- Kurtlar Vadisi
- Asmalı Konak
- Bir İstanbul Masalı
- Zerda

Görüldüğü gibi bu dört diziden üçünün teması maalesef yine AŞK...

Demek ki bizim insanımız daha çok AŞK temalı dizileri tercih etmiş. O zaman insanın aklına şöyle bir soru geliyor? Para kazanmak uğruna hep aynı konuları işleyerek insanları bıktırmak ne demek oluyor? Ben cevap vereyim... Şu demek oluyor:

Empati kuramamak.

Sorun buradan kaynaklanıyor. Empati kuramayan, kendini izleyicilerin yerine koyamayan yapımcı doğal olarak izleyicisini para kazanma unsuru olarak düşünüyor ve piyasaya giriyor. "Uğraşmaya gerek yok. Bir aşk dizisi yazdırır, paramı kazanırım. Nasıl olsa izlenir.." diyen yapımcı sonucu bağlıyor.

Sonuç: Koşuşmuşluktan geçilmeyen, paranoyak zihniyetin hakim olduğu bir Türk televizyonu...

Bir Fransız atasözüdür: "Felaketler ard arda gelir."

Aynı olay bizde de mevcut. -İmam-cemaat ilişkisi çerçevesinde- Bu şekilde düşünen yapımcının kendisiyle paralel düşünen bir senaristi oluyor. Hayatında hiç senaryo kuramcısı duymamış, hiç film izlememiş, yabancı dizilere bakmamış, kitap okumamış, Türkiye'yi, insanımızı çözememiş senaristler dizi yazmaya, ilgi görmeye başlıyor.

Bu sefer de bir Çin atasözü aklıma geldi: "Bir ülkede küçük insanların gölgesi büyüyorsa o ülkede güneş batıyor demektir."

Hal böyle olunca sonuç da doğal olarak su yüzüne çıkıyor:

Sonuç: Kokuşmuşluktan geçilmeyen, paranoyak zihniyetin hakim olduğu bir Türk televizyonu...

TÜRK TELEVİZYONU'NUN AHVALİNE DAİR

Türk Televizyonu'nun yavaş yavaş kuyunun içine çekildiği ve hem küresel bir yozlaşmaya uğradığı hem de çok yüksek rakamlarda bir insan kitlesini kendisine bağladığı şu dönemlerde ne izleyeceğimizi şaşırmış bulunmaktayız.

İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor: Bu yapımcılar kendi ceplerinden başka neden kimseyi düşünmüyorlar? "Nasıl olsa izlenir, ben de paramı kazanırım." demekten vazgeçmeyen zihniyet, televizyon izleyen insanları nasıl aptal yerine koyarak, onların zihinsel, ruhsal dengelerini bozmayı göze alabilirler?

Sözüm magazin programlarına ve gündüz kuşağında yayınlanan kadın tartışma programlarına...

Magazin programları sosyal yaşantımızı sekteye uğratırken, gündüz çıkan kadınlara yönelik tartışma programları insanların ruhsal dengesini alt üst edip zihin bulandırmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Yıllar evvel ayrılmış insanları sebepsizce bir araya getirme uğraşına girmiş bu gündüz kuşağı yayınları bırakın birleştirmeyi aile yapısına daha büyük zarar vererek toplumsal çatlaklara sebebiyet veriyor. Üstelik insanların duygularını kullanaraktan reyting toplayıp para kazanıyorlar.

Magazin programları da aynı şekilde. Şu şuna bunu demiş, bu buna şunu demiş tarzı muhabbetlerden bir türlü kurtulamayan, Türk aile yapısına tamamen karşı olaraktan insanların özel yaşamını didik didik ederek bir paçavra gibi savuran üstüne üstlük bunun üzerinden rant sağlayan yayınlar ne kadar yararlı?

Halbuki televizyon yüzlerce faydalı yayınla dolu. Özellikle NTV ve CNN Türk'te çıkan sağlık programları, (Digital'i ve Uydusu olanlar için) Discovery ve National Geographic'te çıkan belgeseller, haber kanalları bunlar hep insanını ufkunu geliştirip bilgi hazinesine küçücük de olsa hizmet sağlayan yayınlar. Bunlar varken neden böylesi yayınlara meyilliyiz?

Acaba biri bizi tuzağa mı çekiyor?

Muhtemelen...

Hakkımızda hayırlısı....

16 Haziran 2007 Cumartesi

BEYNELMİLEL BİR ŞEY ! (mi acaba?)

Sinemada izlemeyi umduğum ama çeşitli sebeplerden dolayı izleyemediğim,ancak dün akşam DVD'sinden izlemiş olduğum filmdi Beynelmilel.

Filmi izledikten sonra yine çok saygıdeğer GEZGİN'in kulaklarını çınlattım. Meğer ne kadar doğru şeyler anlatmış bize 3 yıl boyunca. Daha filmin ilk dakikalarında filmin nasıl geçeceğinin pırıltıları gözünüzde canlanmaya başlıyor. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum kendilerine.
İyi ki varmışsın GEZGİN!... Filmi izledim ve sonuç her Türk filminde olduğu gibi hayal kırıklığıydı...

Neyse lafı fazla uzatmadan filmin kritiğine geçmek istiyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam film bir yerlerde festivallere katıldı ve ödül aldı. Ama ben neden ödül aldığını bir türlü çözemedim. Herhalde 12 Eylül olaylarıyla ilgili olduğu için. (Ödül için yeterli bir sebep mi?)

Filmin en büyük kusuru şüphesiz senaryo. Her şeyden evvel filmde çatışma yok, karakter yok,dış motivasyonlar yok, hele 3 perde hak getire.. Filmde olay bile yok be. Final sahnesinden başka insanı etkileyen bir sahne yok. İnsan izlerken filmin ne kadar gereksiz olduğunu düşünüyor bazen.

Filmin ilk yarım saatinde ben kahramanların ne için o filmde yer aldıklarını hala kestirebilmiş değildim. Kahramanların tepki vereceği bir olay yok ortada. Kim neyi ister, kim ne için çabalar bu soruların cevabını ararken karşıma o üniversite okuyan çocuk çıktı. Kente gelecek olan konsey üyelerini bir şekilde protesto etmek istiyor. Ancak bu motivasyonu 40. veya 50. dakikada alıyor. Benim bildiğim senaryo kuramcıları öyle demiyor ama. Filme başlarken ilk on dakika içerisinde karakterleri tanıtırsın ve film 25. dakikaya ulaşmadan kahramanın motivasyonu açıkça belli olur. Ancak biz filmin yarısına geldiğimizde hala olayı anlayabilmiş değildim. İşte ondan sonra kaşınmalar, sıkılmalar, etrafa bakmalar, moral bozukluğu aldı yürüdü.

Filmin fragmanını okuduğumda dikkatimi bir şey çekti. "Bir grup müzisyenin başından geçen traji komik olaylar." Şimdi burada filmin baş kahramanı kim oluyor? O bir grup müzisyen mi? Yoksa o sosyalist genç mi? Ben ayırdına varamadım. İşte çıbanın başı da burası. Kahramanın belli olmadığı filmde hikaye olur mu? E olmaz tabi.

Ayrıca çok gereksiz bir müzikalite var filmde. Sürekli şarkı çalmalar, payvon şarkıları, türküler...Tamam filmin konusuna göre olması gerekiyor ancak bunu tadında bırakmak en doğrusu olacaktı.

Gelelim çatışma konusuna...

(Çatışma kavramının ne olduğunu muhterem GEZGİN'in sitesindeki yazılardan en ince ayrıntısına kadar öğrenebilirsiniz.)

Filmi film yapan çatışmadır. Gerek karakterler arası, gerek değerler arası hiç fark etmez. İnsanı etkilemek istiyorsanız çatışmayı bilmek zorundasınız. Filmin zevki çatışmadadır zaten. İzleyenler ister istemez karakterin birileriyle takışmasını ve her zaman için galip gelmesini ister. Bu aynı zamanda 3 perde denen olayla da paralellik gösterir. Ancak Beynelmilel'de bu çatışmadan eser yok. Kahramanın çatışacağı, karşı koyacağı ve yenilmesi istenen bir düşman koyulmamış filme. Seyir zevkini azaltan en önemli unsurlardan biridir bu çatışma hadisesi. Maalesef, ne acı ki Türk filmlerinin çoğunda çatışma unsurunu göremiyoruz. Senaryo kuramcılarının bas bağırdığı bu kavramdan hala haberi olmayan senaristler var mı acaba diye düşünmeden edemiyor insan.

Daha fazla bir şey söylemek istemiyorum.

Türk yapımcıları Türk senaristlere böyle film yazdırırsa ve böyle bir senaryoyu Türk yönetmen böyle çekerse ve Türk sinema otoriteleri böyle filmlere ödül vermeye devam ederse kimse kusura bakmasın Türk sineması bir katre kadar ilerleyemeyecek, bir kafesin içine tıkılıp kalacaktır.

Ne acı değil mi?

Buradan kesinlikle Türk düşmanı olduğum filan düşünülmesin. Kendi köklerime, kendi milletime, mensup olmaktan gurur duyduğum bir millete dil uzaktmaktan haya ederim. Benim eleştirim sadece "Türk Sineması"na...

İşte burada bizlere düşen görev bu filmlerden ders çıkarıp daha iyisini yapabilmek için uğraş vermek. Hakkımızda hayırlısı....

Kolay gelsin...

15 Haziran 2007 Cuma

KURTLAR VADİSİ : ZORAKİ FİNAL

Dün akşam ekranların sevilen dizisi ve her bölümü, her sezonu bir senaryo dersine dönüşebilen dizisi Kurtlar Vadisi Pusu sezon finaliyle ekranlara veda etti. Ancak bu veda edişin beni pek tatmin ettiği söylenemez.
Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener gibi iki kaliteli senaristin böylesine enteresan bir final yazması kafamı karıştırdı. Yakışmadı daha doğrusu. Kurtlar Vadisi gibi bir diziye böyle final yakışmadı.
Yakışmama sebeplerini şöyle özetleyebilirim.
1-) İranlı eski bakanın kaçırılması olayının daha önceden işlenmesi ve bu olayın sezon finalinde peyda olacak bir felaket getirmesi daha güzel olurdu.
2-) Sezonu kapatacağınız bir bölümün başında bir olay anlatıp, bölümün sonunda olayı patlatırsan o bölümün finali olur. Konseptin değil...
3-) Ayrıca o bomba sahnesi gerçekten çok gereksizdi. Sanki böyle hepsine bir şey olacakmış hissi verip sezon kapamak çok gerekliymiş gibi davranmak da yanlış.
Nerden ve kimden geldiği belli olmayan bir bombanın patlaması bizi "Zoraki Final Kompleksi" düşüncesine götürüyor. O bombanın oraya getirilişini, öncesini, nedenlerini göstermek gerilimi arttırmak için iyi bir yol olabilirdi ama... Alt yapısı yapılmamış bir olayla final yapmak yanlış.
Fazla uzatmaya gerek yok. Sonuçta kötü bir final ve gereksiz bir bomba sahnesiyle sezon kapamak Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener'e yakışmadı. Buradan hareketle size bir iki tavsiyede bulunayım;
- Dizinizi yazarken sezon finalini 10 bölüm öncesinden tasarlamaya başlayın. O bölümde koparacağınız kıyametin ilk ışıklarını verin yavaş yavaş. Kendinizi sezon finaline saklayın açıkçası. Eğer sezonu etkileyici bir bölümle kaparsanız diğer sezonun başında reytinglerdeki artışı görürsünüz.
Kolay gelsin...

14 Haziran 2007 Perşembe

Dizi Üzerine

Televizyon dizileri (dramalar) şu an ülkemizde şüphesiz en çok izlenen yayınlardan bir tanesi. Hem kültürümüzle eşdeğer bir çizgide ilerlediğinden hem de o dünyayi gerçekmiş gibi sunmasından dolayı bu kadar ilgi görür oldular. Ben de, kendimin bile henüz keşfedemediği bir nedenden dolayı dizi (drama) üzerine yoğunlaştım. Ve o gün bugündür dizileri izler, eleştirir oldum. Aslında güzel bir şey... Her ne kadar film yazmaktan çok çok farklı olsa da iki türün de çıkış noktasının aynı olduğu kanaatindeyim. Sonuçta film yazarken kullandığınız bir takım teknikleri dizi yazarken de kullanırsınız. Tam tersi de mümkündür. Ama aralarında mutlak bir fark olduğu kesin.
Dizi yazmak suya yazı yazmak gibi bir şeydir. Diziyi yazarsınız, o hafta içerisinde izlenir ve biter. Yazdığınız bölüm çekildikten sonra onu unutur ve diğer bölümü yazmanın telaşına düşersiniz. Haftalar birbirini kovalerken ilk yazdığınız bölümleri bile unutur olursunuz. Onlardan arta kalan sadece yorulmuş bir beyin ve döktüğünüz terdir. İşte filmle ayrıldıkları dönemeç burası.
Film yazmak çok ayrı bir süreçtir. Kafanızda oluşan hikayeyi bir süre işlersiniz. Konunuzla ilgili araştırma yaparsınız, not alırsınız, filminizde görmek istediğiniz sahneleri sıralarsınız. Her şey yavaş yavaş netleşmeye başladıktan sonra ilk izlenimlerinizi kağıda dökmeye başlarsınız. Önce snopsis gelişir. Ardından tretman gelir. Derken kendinizi sahneleri yazarken bulursunuz. "First Draft" aşamasını bitirdikten sonra üzerinden tekrar tekrar geçersiniz. Gözünüze çarpan en ufak hata bile sizi uykusuz bırakacak kadar cani olabilir. Her şey bittiğinde ise senaryonuzu zarflayıp koyarsınız bir köşeye. İşte bu anlattığım film yazma süreci (hakkını vererek çalışanlar için söylüyorum) yaklaşık 2,5-3 ayınızı alır. Şimdi düşünün... Bu 2-3 aylık süre zarfında kaç bölüm dizi yazılabilir? Matematiğim pek kuvvetli olmasa da 12 haftalık bir zaman dilimi hesapladım. Bu da 12 bölüm demek oluyor. Film ile dizi arasındaki kalite farkı bir bakıma bu kerteden sonra anlaşılabilir. Bu sıraladığım olgular neden filmin daha kalıcı olduğunun resmidir diye düşünüyorum. Ama dizi yazmanın film yazmaktan daha eğlenceli olduğunu söylemeden edemeyeceğim. O telaş, o koşuşturma, o yorgunluk eğer yaptığınız iş bir de tutarsa sizin için büyük bir enerji kaynağına dönüşüyor. Neyse... Lafı dönüp dolaştırmadan Türkiye'de dizi çalışmalarına yavaş yavaş geçmek istiyorum. Önümüzde çooook uzun bir yol var... Ne diyelim..
Gazamız mübarek olsun...

Bu Siteye Bakmadan Geçmeyin !

Öncelikle şunu belirteyim;

Bu siteye takılacak olanlar için benden nacizene bir tavsiye..

Eğer sinema, senaryo konularına temayülünüz varsa (meyliniz) bu siteyi okumadan senaryo yazım işlerine hiç bulaşmayın. Dünyanın her yerinde kabul edilen senaryo bilgilerinin yanı sıra pratik bilgilere inanılmaz derecede ihtiyaç duyacaksınız çünkü. İşte bu pratik bilgilerin bulunacağı yegane adres;

http://www.senaryorum.tk/

Dünyanın en iyi senaryo hocaları John Trubby, Robert Mckee, Michael Hauge'nin kuramsal yazılarını çok iyi şekilde yorumlamış ve bu adamların bilgi ışığında kendine göre bir tarz yaratmış olan, ve benim bu blogu oluşturmam, senaryo konusunda çalışmalarıma hız vermemi sağlayan çok sevgili GEZGİN hocamıza buradan teşekkürlerimi bildirmeyi bir borç bilirim.. Benim burada yazdıklarım dolayısıyla onun birer yansıması şeklinde olacaktır. Yani ondan öğrendiklerimi kendi fikirlerimle yoğurarak sunacağımdan yazılar arasında benzerlik görülmesi doğal karşılanmalıdır. Gelebilecek herhangi bir eleştiriyi böylece legalize etmiş oldum. Kafama taşı vurmayın diye söylüyorum :)

Dediğim gibi... Bu site belkide Türkiye'nin en faydalı olan Senaryo sitesi...

Bu siteye bakmadan geçmeyin.

Herkese Merhaba!!!

Öncelikle herkese merhabalar!

Bu blogu sinema televizyon ve senaryo üzerine yazmış ve yazacak olduğum yazıları yayınlamak için kurmuş bulunmaktayım. Özellikle Türk sinemasının ve Türk televizyonun artık iyice performans düşüklüğü göstermesi bu alanla ilgili bir kimse olarak beni üzmüştür. O yüzden bu gidişata bir nebze olsun "dur" diyebilmek için böyle bir çalışma yapmaya karar verdim. Peki bu blogta neler olacak?

Okuduğum, gördüğüm sinema, senaryo haberleri
Senaryo yazmak ile ilgili çok ince ayrıntılar, püf noktalar
Yine kendi görüşlerimin olduğu çeşitli konularda yazılmış yazılar
İzlemiş olduğum filmlerle ilgili senaryosal eleştiriler
Kendi senaryolarımdan çeşitli bölümler...

ve daha başka bir çok yazı...

Amacım insanların sinema ve televizyona olan ilgilerini artırarak Türk sinemasına ve Televizyonuna katkı sağlamak. Gerisi size kalmış... Şimdiden iyi eğlenceler...