17 Temmuz 2007 Salı

PRİSON BREAK

Şu an ikinci sezonunun bitiren ve üçüncü sezonun hazırlanan bir dizidir Prison Break. Ama dizide tuhaf bir durum var: Bağımlılık...

Eğer işiniz yoksa sizi minimum 6, maksimum 10 bölüm izlemeden başından kaldırmıyor. Peki neden bu kadar başarılı bu dizi?

Aşağıda dizi ile ilgili bazı notlarım var. Biraz dağınık olabilir ama işe yarar bilgiler var.

- Evvela dizinin ismi bile insanı etkiliyor: Hapisten Kaçış
Hapisten Kaçış dendiğinde çoğumuzun aklına gelen sahneler, gizli geçitlerden ya da kazdıkları tünelden her an yakalanacakmış hissi ile kaçmaya çalışan mahkumlar. Bu da dolayısıyla aksiyon, gerilim ve heyecanı beraberinde getiriyor. Dizi daha izlemeye başlamadan bile insanı kendine çekmeyei başarıyor.

- Dizinin belkide en çok öne çıkan unsuru kuşkusuz HİKAYE. Dizinin hikayesi inanılması güç bir şekilde ilerliyor. Masum olduğu halde idama mahkum edilen abisini hapisten kaçırmak için hapse giren bir kardeş... "Dışarı çıkmak için içeride olmak lazım" felsefi bir bakıma. Üstelik bu kardeş, yapı mühendisi. Aylarca çalıştığı kaçış planını vücuduna dövme olarak işlettiriyor. Şaşırmamak elde değil.

- Dizi, senaryo kuramına çok sadık kalmış ve çok da iyi etmiş. Senaryo kuramcılarının dediği "Sahneye geç gir, erken çık." kuralını uygulamadığı sahne hemen hemen yok gibi. Çatışmasız sahne yok gibi. Her sahnenin süresi yeterli. 3 dakikadan uzun sahne yok denecek kadar az. Bu da ister istemez hikayeden koparmıyor bizi.

- Dizi, ilk bölümüyle hikayenin ortasına bizi yaka paça atıyor. Kendinizi bir anda FOX RİVER'da buluyorsunuz. Ben ilk başlarda demiştim: "Neden bu adamlarla ilgili bilgi yok? Scofield bu planı nasıl yapmış?" Ama sonradan bir bölümü buna ayırarak kafalardaki bütün soru işaretlerini sildiler. Her şey birbir gösterildi. Aslında çok sıkı bir yöntem. Dizinin ilk bölümüyle hikayenin ortasına atlamak gerekiyor. Bizden biri olsa diziye Lincoln'un hapse girişyle başlar ve daha 6-7. bölümde çuvallardı.

- Dizide, insanı şaşırtan çok fazla şey var. Kaçıştaki ustalık, aksilikler (ne çekti o Michael bir bilseniz) karakterlerin şaşırtan hamleleri vs. vs. Her bölümde çok önemli dediğimiz bir olay mutlaka oluyor. Yavaş geçen bir bölüm yok. (KV Pusu'nun 7.bölümünü hatırlayın. Polat 1 saat boyunca ofisinde düşündü)

- Dizide, karakterler derinlemesine işlenilmiş. Her karakterin çok emek verilerek yazıldığı belli olan orjinal bir analizi, biyografisi var. Bu da gerçeklik unsurunu çok fazla hissettiriyor bize.

- Dizide, diyaloglar çok yerinde ve sınırında. Ne çok günlük, ne çok edebi. Tam ortasını bulmuşlar. Uzun ve anlaşılması kolay cümlelerle hikaye anlatmak eğlenceli olsa gerek.

- Dizide, çatışma kuramı da her şeyiyle ortada. Düşmanların çok kaliteli ve sağlam olması, bizi kahraman içi endişelenmeye itiyor. Kahraman için endişelendikten sonra düşmandan nefret ediyoruz ama düşman sürekli saldırıyor. Dolayısıyla kendimizi kahramanla düşman arasındaki savaşa tanıklık ederken buluyoruz.

Gerçekten çok kaliteli düşmanlar var.

-Gözünü hırs bürümüş rüşvetçi ve her türlü pisliği yapabilecek olan Gardiyan Bellick.
-Scofield'den daha çakal olan ve Scofield'in planını adım adım çözen enteresan bir FBI ajanı: Ajan Mahone.
-Başkan ve onun adamı Kellerman.

Hala daha izlemekte olduğum için şimdilik bu kadarını biliyorum.

Bu kadar kaliteli düşmanın olduğu diziyi babam bile izler. (Ki izliyor zaten. Yakın gözlüğünü takıp, her alt yazıyı okumak için "Stop" tuşuna basıyor.)

- Dizi için çok çalışıldığı belli ediyor. Scofield'ın plan yapmak için nasıl çalıştığını gördüyseniz durumu anlarsınız. Adam kocaman duvarı pano olarak kullanıyor. İşte dizinin senaristleri de o şekilde çalışmıştır büyük ihtimal. Ama fazlasıyla hakettiklerini söyleyebilirim. Başka türlü böyle bir olay örgüsünün kurulması çok zor.

Bizde neden böyle diziler yapılmıyor?

sorusunu ileride işleyeceğim.

Kolay gelsin...

11 Temmuz 2007 Çarşamba

BİR "FIRTINA" TUTTU BİZİ !

Edebiyat tarihinde hikayeler genelde iki türe ayrılırlar:

1-Moupassant Tarzı
2-Çehov Tarzı

Bunlardan birincisi (Moupassant) durum hikayesidir. Yani olay değeri taşımayan, giriş, gelişme, sonuç bölümleri olmayan, yazarın o an için gözlemlerini ve duygularını yansıtan hikaye türüdür. Bizim bu tarzdaki en önemli temsilcimiz "Sait Faik Abasıyanık"'tır. Türk edebiyatının hikayecileri arasında yer alan Sait Faik'in hikayeleri bu esasa dayanır. Olay hemen hemen hiç yok gibidir onun hikayelerinde gördüğü şeyler üzerine yazmıştır sadece.Örneği; fırına doğru giderken ekmek mi yoksa francala mı alayım diye düşünmesini hikaye şekline getirmiştir.

İkinci tarz hikayeler (Çehov) ise olay örgüsü unsuruna dayanır. Hikayenin bir girişi, gelişmesi ve bir sonucu vardır. Olay başlar ve biter. Her şey belli adımlar üzerine kurulmuştur. (Film değeri taşıyan çoğu hikaye bu tarzda yazılmıştır) Bu tarzın bizdeki temsilcisi ise "Ömer Seyfettin"'dir. Onun hikayelerine baktığımızda bunu görmek zor değildir. Her hikayesinin başı ve sonu bellidir. Hatta kimi zaman çok şaşırtıcı sonlara yer vererek okurları etkisi altına alan hikayeleri de mevcuttur. Örneğin; DİYET isimli hikayesini ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. Aynı şekilde Pembe İncili Kaftan'da da hafif bir şaşkınlık söz konusuydu.

Bu şekil kısa bir girişten sonra asıl demek istediklerime geçebilirim.

*** ***

Geçen akşam başrolde Nicolas Cage'nin oynadığı "The Weather Man" filmini izledim. Türkçe'ye "Fırtınalı Hayatlar" ismiyle çevrilmiş. (Ben bu filmlerin isimlerini kimin Türkçe'ye çevirdiğini merak ediyorum. The Weather Man, Havacı Adam demek değil mi yav) Bir hava durumu sunucusunun hayat hikayesini anlatıyor film. Ama yine dramatik bir fırsat kaçmış oluyor böylelikle. Genellikle (istisnalar hariç) hayat hikayesi filmleri pek başarılı değillerdir. Çünkü hangimizin hayatı "Üç Perde" kuralına uyuyor ki? Kim "Aman dur şu yaşımda şöyle yapayım da dönüm noktası 3 gerçekleşsin." diye düşünür? Bu kanıtlanmış bir şey. İzleyiciler 3 perdeli filmlerden daha çok zevk alıyorlar. Hayat hikayesi filmleri de buna pek uymadığından pek şansları olmuyor gişede. (Kanlı Sokaklar filmi de hayat hikayesiydi ve ben hiç bir şey anlamadım. Zencilerin hepsi birbirine benziyor be.)

Yukarıda hikaye ile ilgili anlattıklarım bu filme yapışıyor. Evet. Bu film "Moupassant" tarzı bir film. Hikaye oldukça durağan ilerliyor. Filmi izlerken kimi zaman konunun ne kadar gereksiz olduğunu hissedebiliyorsunuz. İnsanda bu duygunun oluşmasının tek sebebi filmde kaliteli bir düşmanın, dolayısıyla çatışmanın olmamasıdır. Kaliteli düşmanı ve çatışması bol olan bir filmi izlerken böyle enteresan şeyleri düşünmek için vaktiniz kalmıyor aslında. Çünkü hikaye sizi alıp götürmüştür bir kere. Düşündüğünüz tek şey, kahramanın galip gelmesidir. Ama "The Weather Man" filminde bu unsurlar olmadığı için pek ilgi çekmiyor. Sadece Nicolas Cage'in oyunculuğunu izlemek için izlerseniz canınız sıkılmaz.

Film, Nicolas Cage'nin diş fırçalamasıyla başlıyor. Özdeşleşme kuramı terk-i diyar eylemiş. Bence bunun için en iyi açılış Nicolas Cage'nin hava durumu sunarken filmin başlamasıydı. Ardında ki sahnelerde onun haber merkezindeki durumunu,arkadaşlarını görererek David Stirpz(Nicolas Cage) hakkında daha çok bilgiye sahip olmak izleyiciyi filme daha çabuk çekebilirdi. Sonu ise gayet klişe. Kaybeden bir adam artık kazanmıştır. E banane ki bundan!
(Filmin bunu dedirtmesinin sebebi kahramanı tehlike altında göstermeden filmi bitirmektir.)

Mutsuz biten ya da hayal kırıklığı ile biten filmler izleyici üzerinde her zaman kalıcı etkiler bırakır. Bu teori bu filme uygulansaymış çok da kötü olmazmış herhalde.

Siz siz olun hayat hikayelerine pek güvenmeyin. Çevrenizde "Ulan benim hayatım film gibi bee!" diyen geveze amacalara sadece gülüp geçin.

Bir araba markasının sloganı vardı ki çok hoşuma gitmişti:

Biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu.

3 Perde'den daha iyi bir kalıp icat edilene kadar en iyisi bu.

Kolay gelsin...

Kaynak: Hikaye ile ilgili bilgileri yazarken Nihat Sami Banarlı'nın "Resimli türk Edebiyatı Tarihi" isimli kitabından yararlandım.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

BİR SENARYO FORMÜLİZESİ

Her yazımda olduğu gibi bu yazıda da GEZGİN ile alakalı bir nokta var. O bize Hollywood kültürünü öğretti. Gişe canavarı film yazma tekniklerini sıraladı. Hatta bunları derinlemesine işledi. Onun yazılarını düzgünce okuyan ve ders,ne iyi çalışan birinin gişe şansı olan filmler yazması içten bile değil. (Düzgün okumazsanız Beynelmilel gibi bir film yazar ödül alırsınız. Ne kadar güzel değil mi?) Tercih sizin....

GEZGİN bize senaryo yaarken hangi sıradan başlayacağımızı ve nasıl yapmamamız gerektiğini öğretti. Bilgilerin hepsi sitesinde mevcut. Bu yazı ise onları toparlamak, özetlemek ve bir yazıda birleştirerek iş kolaylaştırma çabasının ürünüdür. İsterseniz hemen başlayalım.

1-) Orjinal Bir Film Fikri

Evet. Film yazmak orjinallik ister. Orjinallik yaratıcılığın perde arkasıdır. Asıl olan yaratıcılıktır aslında. O yüzden film yazmak isteyenlerin orjinal bir film fikri bulmaları şart. Piyasada milyonlarca film var. Bulduğunuz fikri bir film işlemiş olabilir.

Peki bu orjinalliği nasıl sağlayacağız?

a-) Hayattan sağlayacaksınız. Çevrenizden sağlayacaksınız. Diğer insanların göremediğini görerek sağlayacaksınız. Okuduğunuz bir gazete haberinden, yaşadığınız bir olaydan, duyduğunuz bir diyalogtan. Peki bunlar film değeri taşımıyorsa? ( Sıradan bir cinayet haberinden film olmaz.)

b-) Diyelim ki aklınıza bir anda bir fikir geldi. "Bunun filmi olsa nasıl olur?" dediniz. Ama fikir film değeri taşımıyor. İşte o zaman oraya bir kavram giriyor:

BEYİN FIRTINASI!

Beyin fırtınası fikirlerin üzerine fikir katma olayıdır. Ortaya koyduğunuz ürün bir öncekinden üstün olmalı. Burada kaçınmamanız gereken bir şey var.

SAÇMALAMAK !

Sakın korkmayın. Aşırıya kaçmamak kaydıyla saçmalamayı deneyin. En orjinal fikirler saçma fikirlerin yontulmasıyla oluşur. Eminim o saçma dediğiniz fikir bir anda senaryonuzun en can alıcı kısmına yapışacak ve hayret edeceksiniz. GEZGİN'in sitesinde vardı ama tekrardan zarar gelmez. "Et-tekraru ahsen velev kane 180"(Tekrar 180 kere de olsa güzeldir.) demiş atalarımız.,

James Cameron ve arkadaşı, Terminatör 2 için çalışmaya başladıklarında akıllarına bir fikir gelmiş: "Bu filmde Termiatör iyi olsun." Sonra bunun ne kadar saçma olduğunu düşünüp gülmüşler. Ama zaman geçtikçe saçmaladıklarını filmin ana teması haline getirip gişeyi yemişler.

Saçmalamaktan zarar gelmez. Fikirin üzerinde oynamaktan bir şey olmaz. Oyun hamuru gibi oraya buraya uzatabilirsiniz. (Çok eğlenceli gerçekten)

2-) Orjinal Fikri Hikayeye Dönüştürmek

Fikrinizi buldunuz. Ancak film değeri taşımadığının farkına vardınız. Sonra oturup fikrinizin üzerinde beyin fırtınası yaptınız ve fikriniz film olacak seviyeye geldi. Sırada bu fikri hikayeye dönüştürmek kaldı. İşte en zor ve en uğraştırıcı, en uzun zaman ama en eğlenceli zaman bu zaman. Daha doğrusu süreç. Bu süreç belirsiz bir süreçtir.

Peki bu süreçte fikrimi nasıl hikayeye dönüştüreceğim?

Cevap tahmin ettiğinizden daha basit.

Not alarak!

Peki nasıl ve neyi not alacağım?

Film olma değeri taşıyan fikriniz siz onu bulduktan sonra bilinçaltınıza çöker ve arada bir, bazen sürekli, dışarıya fikir fışkırtır. İşte siz bu fışkıran fikirleri bu not kağıtlarınıza yazacaksınız. Tabi bundan önce yapmanız geren bir şey daha var. Kendinize bir kapaklı dosya alın ve onu bölümlere ayırın:

1-) Genel Hikaye ve 3 Perde
2-) Karakterler
3-) Diyaloglar
4-) Sahneler
5-) Diğerleri

Fikir bilinçaltınıza çökünce aklınıza hikaye kısımları, sahneler,karakterler yavaş yavaş yağmaya başlar. Zihniniz sizi dürtükler: "Bunu da al filme" Bunları o küçük kağıtlara not alacaksınız. Sonra hikaye ile ilgili olanları 1.kısma koyacaksınız. Aklınıza gelen diyalogları yazıp 3.kısma, filminizde olmasını istediğiniz sahneleri not alıp 4. kısma atacaksınız. Bu fikirler her an gelebilir. O yüzden yanınızda kağıt kalem bulundurun.

UYARI: Bu süreç çok uzun bir süreci kapsar. Yaklaşık 2-3 ay. Maalesef. İlham gelmesini beklemeyin ama kendinizi de zorlamayın. Beyin fırtınası yaparak da bu işin üstesinden gelinebilir. Acele etmeyin. Bu boşlukta fikir üretmeye devam edin. Sıradan olmamasına ve ilgi çekici olmasına dikkat ederek tabi.

Hikaye kurarken onu üç ayak üzerine koyun.

- Baş kahraman
- Düşman
- Tepki

Başkahraman olmadan hikaye olmaz. (Beynelmilel'e bakın. Filmde baş karakter yok.) Düşman kesinlikle olmalı. Kahramanı yolundan çevirmek isteyen bir sistemdir düşman. Kahraman bu düşmana karşı koyacak ve filminiz renk katacak. Bir örnek verelim...

- Kurtlar Vadisi Irak

Baş kahraman: Polat
Düşman : Amerikan askerleri

- Devlet Düşmanı

Baş kahraman : Will Smith
Düşman : NSA çalışanları

- Armegeddon

Başkahraman: Bruce Wills
Düşman : Göktaşı,

- Derin Darbe

Başkahraman : Hatırlamıyorum
Düşman : Göktaşı

- Yarından Sonra

Başkahraman : X
Düşman : Küresel Isınma ve Soğuma

Yani düşman illa eli silahlı değildir. Zaman zaman değerler, zaman zaman doğa koşulları düşman koltuğuna oturabilir. Kimi zaman bu sistem de olabilir. İşte hikaye bu iki unsurun çatışmasından doğar. Düşman saldırır, kahraman tepkiş verir. Sonra film zevkle izlenir.



Bir taraftan hikaye üzerine küçük notlar alırken, aklınıza gelen etkileyici sahnelerin notunu alırken karakterlerin özelliklerini de yazmayı unutmayın bu küçük not kağıtlarına. Karakterlerle ilgili olan notları karakter bölümüne atın. Ancak karakterleri en ince ayrıntısına kadar bilmeniz gerekiyor. O yüzden bu konuda sıkı çalışın ve tutarlı olun. (GEZGİN'in tüm yazılarını okuduğunuzu farz ediyorum. Ayrıntıya girmiyorum.)

Diyelim ki 2-3 ay boyunca disiplinli çalışarak, usanmadan özgürce fikir ürettiniz konunuzla ilgili. Karakterlerinizi planladınız, olmasını istediğiniz sahneleri belirlediniz. Hikayeniz yavaş yavaş oluşmaya başladı.

Eee... Şimdi?

Şimdisi basit. Alacaksınız notlarınızı bilgisayarınıza temize çekeceksiniz. Sonra onları birleştireceksiniz.

Nasıl?

John Truby'nin "Olay Örgüsü için 22 Adım" isimli yazısını okuyarak. Tek tek bakıcaksınız benim hikayemde bunlar var mı diye. Bu kontrol işini tamamladıktan sonra hikayenizi 3 Perde'ye oturtacaksınız. (Gezgin'in sitesinde mevcut) Hikayenizi genel olarak 3 perdeye oturtmanızın ardından sinopsis üzerinde kafa yormanız gerekiyor.

Sinopsis nasıl olur?

Sinopsis, bir iki sayfalık genel hikaye taslağıdır. Yani 3 perdeye oturttuğunuz hikayenin daha bi düzeli olanıdır.

Size örnek bir sinopsis:

Kaptan Jack Sparrow'u (Johnny Depp), Davy Jones'un sandığındaki akıllara zarar tuzaktan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmaya kararlı olan Will Turner (Orlando Bloom) ile Elizabeth Swann (Keira Knightley), çaresizlik içinde Kaptan Barbossa (Geoffrey Rush) ile ittifak yaparlar. Doğu Hindistan Ticaret Şirketi'nin kontrolü altında olan Davy Jones'un ürkütücü görünümlü hayalet gemisi The Flying Dutchman, dünyanın bütün denizlerini kasıp kavurmaktadır. İhanet, vefasızlık ve dönekliğin kol gezdiği vahşi denizlerde yelken açan korsanlarımızın yolu egzotik Singapur'a düşer. Burada sevimli ve kurnaz Çinli korsan Sao Feng (Chow Yun-Fat) ile karşılaşırlar. Dünyanın sonu olarak tanımlanan uzakdoğu okyanuslarındaki bu nihai savaşta terazinin dengeleri ortadadır. Korsanların her biri sadece kendi hayatı ve kaderi için taraf olmakla kalmayacak; aynı zamanda özgürlük sevdalısı korsan yaşam tarzının geleceğini kurtarma mücadelesi verecektir.

Karayip Korsanları 3'ün sinopsisidir bu. Bu kadar kısa olmak zorunda mı? Hayır. Dedim ya bir iki sayfa olabilir diye.

Bu sinopsis aşamasından sonra artık hikaye yavaş yavaş derinleşmeye başlamıştır bile.

Sırada ne var?

Tretman!

O nasıl bir şeydir?

Tretman hem sahne planını hem de hikaye planını içinde barındırır. Sinopsisini yazdığınız hikayenizin sahnelerin ve genel akışını hiç diyalogkullanmadan yazacaksınız. 15 sayfayı geçmemesi tavsiye olunur.

İşte bir tretman örneği;

Sahne X - Kilitçi adamın evinin önü

Kilitçi arabasıyla evin önüne yanaşır. Ancak kilitini değiştirmediği bir dükkanın sahibi elinde silahla onu vurmak için arabadan iner ve iyice yaklaşır. Silahı doğrultur. Tartışmaya başlarlar. Dükkan sahibi çalınan mallarının paralarını istemekte kilitçi ise kapının değişmesi gerektiğini söyleyip kendini savunmaktadır. Derken kilitçinin küçük kızı kapıda belirir. Babası her ne kadar uzak durmasını söylese de o babasının anlattığı masalın etkisiyle babasını korumak içinkoşar. Gerilim iyice artmıştır. Annesi evin içinde feryad ederek kızın peşinden gitse de yetişemez. Kız babasının kucağına atladığı sırada adam tetiğe basar. Adeta kare donar. Hepimiz kızın vurulduğunu düşünürüz. Babasının çığlığı boğazında düğümlenir. Ancak kıza bir şey olmamıştır. O hala babasını kurtarmak istemektedir her şeyden habersiz. Kız gerçekten de vurulmamaıştır. Babası sırtını kontrol ettiğinde hiç bir şey olmadığını görür ve sevinir. Tetiği çeken ise öylece kala kalmıştır. Çünkü silahın içindeki mermi kuru sıkı mermisidir.

Oscar ödüllü CRASH filminin beni en çok etkileyen sahnelerinden birinin tretmanı. Bakın hiç diyalog yok. Karakterlerin duyguları da var işin içinde. İşte her sahnenizi bu şekilde yazacaksınız. Çok fazla ayrıntıya girmeyin. Ayrıntıları sahne yazımında kullanırsınız.

Bitti mi?

Olur mu?Daha sahne listesi var?

Tretman aşaması bittiğinde tretmandan yola çıkarak her sahnenin bir iki cümlelik tasviriyle bir liste hazırlamak. (Gezgin'in sitesinde ayrıntılarıyla mevcuttur)

Örnek;

- Ajan Duck, Claire'nin cesedinin başında otopsiyle ilgili bilgiler alır ve onu inceler.
- Duck, ölen Claire'nin babasıyla konuşur ve onun hakkında biraz bilgi edinir.

DEJA VU filminden..

Bu kadar basit... Tretmana bakılarak çıkarılabilecek bir şey. Aradaki ayrıntı sahnesini yazmadım farkındaysınız. Bu iki sahne arasında Duck'ı tramwayda ilerlerken görürüz. Ama o kadar öneml dğil. Peki ne gerek var ki bu sahne listesine? Tretman neyimize yetmiyor derseniz size şöyle bir cevap veririm:

Sahne listesi hikayenizin kuş bakışı planını çıkarır ve tüm hikayeyi tek kağıtta görebilme fırsatı sunar.

Bence harika...

Devam edelim.

İşte şimdi dananın kuyruğunun koptuğu yere geldik. Bundan sonra o çok istediğiniz sahne yazımına başlayabilirsiniz. Her sahnenize üç çatışmayı da koyarak. (İç,dış,kişisel) Sahneleriniz 3 dakikayı mümkün mertebe geçmesin. Babam ve Oğlum filmindeki gibi 20 dakikalık yemek yeme sahnesi koymayın. Kısa ve eğlenceli olsunlar. Zaten yukarıdaki aşamaları hakkıyla yerine getirdiğinizde bu aşama size çocuk oyuncağı gelecektir.

Sahne yazımı bittikten sonra tek tek her sahnenin ikinci bir kontrolünü yapın. Sahneleri didik didik edin. Unutmayın onların telafisi olmaz. Dizi için farklıdır. Dizi de bir bölümde hata yaprasan ikinci bölümde telafi edersin. Ama sinema çok farklı. Filmler kolay kolay unutulmaz.

Sahnelerinizin kontrolünü tekrar yaptıktan sonra onu 2 - 2,5 hafta soğutmaya bırakın. Sonra tekrar izleyici gözüyle bakın. Tatmin olduysanız. Güvendiğiniz birine okutun ve tepkisine göre düzeltmeler yapın. Sonra bir zarfa koyup şirketlere gönderin. Ha unutmadan! Telif hakkıydı, patentti bu konulara çok dikkat edin. Onu zarflamadan önce giden noterden tescil ettirip ardından patentini alın. Biri çalar sonra karşımam.

Umarım faydalı olmuştur.

Kayank hususuna gelince. Bu yazı GEZGİN'in sitesindeki yaılardan derlenmiştir. GEZGİN de çoğu yazısını senaryo kuramcılarından derlediğine göre benim yazılarda doğal olarak onlardan alıntı şeklindedir. Ayrı bir kaynak belitmiyorum.

Kolay gelsin....

ACI HAYAT TATLI BİTEMEZ !

(Aşağıda yazdığım Türk dizilerinin hep aşk üzerine olması hususundaydı. Ancak bazı arkadaşlar tarafından eleştirildim ve AŞK düşmanı biri olduğum söylendi. Demek ki yanlış anlatmışım anlatacaklarımı. Bu yazıyla inşallah doğru anlaşılırım.)


Geçenlerde yapımcılığını Osman Sınav'ın yaptığı Acı Hayat dizisi enteresan bir finalle son noktayı koydu. Peki bu nokta nasıl bir nokta? Çok kötü bir nokta... Osman Sınav'a yakışmayan bir nokta. Eğer diziyi başkası yapsaydı belki diyeceğim bir şey olmazdı ama Osman Sınav gerçekten yavaş yavaş şaşırmaya başladı ya da ihtiyarladı.

Acı Hayat her şeyden önce Osman Sınav'ın projesiydi. Yıllardan beri yayın haklarını satın almak için uğraştı. Sonunda aldı ve Acı Hayat klasik Türk Sinema'sının modern haliyle ilk bölümü yayınlandı. Kuşkusuz oyuncu kadrosu dizinin reytinglerine büyük katkı yaptı. Kenan İmirzalıoğlu gibi birinin oynadığı ve Osman Sınav gibi bir yapımcının olduğu dizi elbetteki merak uyandıracaktı. Açıkçası ilk başlarda gerçekten de güzeldi. Ancak 12. ve 13. bölümden sonra (Osman Sınav'ın PARS filminin çalışmalarına başladığı ana denk gelir.) bozulmalar başladı.

Osman Sınav'da bir enteresanlık var. Yaptığı her diziye mutlaka MAFYA unsurunu koymak zorunda hissediyor kendini. Bence yanlış bir hareket. Madem kavuşamayan aşıkları anlatacaksın o zaman entrikası yüksek bir dizi olması gerekiyor. Ama aksine Kurtlar Vadisi gibi şiddet sahnelerinin bol olduğu bir aşk dizisi çıktı ortaya. Aşk dizisinde şiddetin ne işi var yahu. Silah olabilir, felsefesi iyi olan kötü adamlar, acımasız kişiler olabilir ama Mehmet KOSOVALI'nın uyuşturucuya savaş açması, mafyanın kökünün kazımaya çalışması gibi foul hareketlerde bulunması hoş olmadı. (Ne yapsın reyting için başka yol mu var?)

Lafı fazla uzatmadan final bölümüne gelelim.

Saygıdeğer GEZGİN'in "Bir İstanbul Masalı Neden Mutsuz Bitmeli?" diye bir yazısı var. Okunmaya değer. Aşağı yukarı bende aynı şeyleri söyliyeceğim.

Dizinin ismi ACI HAYAT. Hikaye kavuşamayan aşıkların hikayesi ve hikaye doğru neticelendi. İnsan doğası gereği kavuşamayan aşıklardan oldukça etkilenir. Aslı - Kerem, Ferhat - Şirin gibi efsanelerin ün yapma nedeni de bununla ilişkilidir. Ancak etkilendiğim söylenemez. Çok büyük bir dramatik fırsat kaçmış oldu. Türkiye'yi gözyaşına boğmak, dizinin günlerce konuşulmasını sağlamak varken Filiz'le Mehmet'i el ele tutuşturup bitirmek kötü bir tercih.

AŞK gibi müstesna bir hususun işlenmesi böyle olmamalıydı. İnsanlara gerçek AŞK'ın nasıl olduğunu anltamak gerekirdi. ACI HAYAT bunu yapamadı ama yapan bir dizi var. SHOW TV'nin yanlış yayın politikası ve reklam özürlülüğü nedeniyle 7.bölümüyle yayından kaldırılan AYRILIK dizisidir. Bence Türkiye'nin en iyi dizisi olmaya adaydı. Merak eden arkadaşlar internetten izleyebilirler. İnsan izleyince birilerine aşık olası geliyor. Aşk ve hasret daha önce böyle işlenmemiştir her halde. (AYRILIK, Kurtlar Vadisi ekibinin yazdığı ve yaptığı bir dizidir.)

Nermin'in öldüğü an da pek etkilemedi insanları. Yine kaçan büyük bir dramatik bir fırsat var ortada. Bence insanları etkileyecek en iyi yöntem Nermin ve Mehmet'i o dağlık arazide öldürmekti. İnanın üzerinde biraz çalışılsa bu o kadar zor değildi. (Kurtlar Vadisi'nde Elif öldüğünde boğazıma bir şey düğümlendi kaldı. Çok etkilendim. Böyle bir AŞK olamaz dedim.Dedirten dedirtiyor arkadaş!)

Senaristler saçmalama özgürlüğünü en iyi kullanması gereken kişilerdir. En orjinal fikirler saçma fikirlerin yontulmasıyla oluşur. Acı Hayat'ı yazanların bunu düşünmemesi ya da düşünüp de yapamaması (ki daha kötü) dediğim gibi dramatik fırsat silsilesinin kaçtığı anlamına geliyor.

Yine dizi de ucu açık bırakılan noktalar kaldı. Ender neden ölmedi ki? İzleyiciler genel itibariyle kötü adamların cezasını bulmasını ister. Bu kahramanla özdeşleşmeyle paraleldir. Ama Ender'in yaptığı bütün pislikler yanına kar kaldı gitti.

Ayrıca, dizinin diyalogları gerçekten beni çileden çıkardı. Çok derin bir felsefe olan AŞK hususunu, anlaşılması güç, derin kulağa hoş gelen diyaloglarla beslenmeliydi. Fakat diyaloglar tamamen kurallı cümlelerle kurulmuş. Edebilikten uzak, modern cümleler vardı. İnsanı etkileyecek şekilde şiirsellik kullanımının kimseye bir zararı olmazdı. (aşırıya kaçmamak kaydıyla) Dizinin en başından beri "Sana gelmediğim gün öldüğüm gündür." sözü söylenip durdu.

Ne olursa olsun Acı Hayat pahalı ve iyi bir prodiksiyondu. Yönetmen Ceylan Ede iyi iş çıkarmış. Oyuncuların performansı da fena değildi. Oğuz Galeli (Ender) ve Anta Toros (Belkıs) hariç. Osman Sınav, Oğuz Galeli'nin performansını beğenmiş. ( İlk duyduğumda inanamadım)

Size bir iki tavsiyem var.

Mutsuz olaylar insanı etkiler şüphesiz. Bu sinema ortamında daha fazla etkisini gösteriyor. O yüzden dizi yazmak isteyenlerin daha ilk bölümü bile yazmadan dizinin final bölümünün nasıl olacağını tasarlamalılar. İz bırakan final dizinizin unutulmasını geciktirir. AŞK dizisi yazmak isteyenler için kaçırılmaması gerekn bir dramatik fırsattır bunlar.