24 Temmuz 2008 Perşembe

PROJEDE KARAKTER TANITMA - 2

LOST dizisini izlemeyenlere okuması tavsiye edilmez... Keyfiniz kaçabilir...

Bu konuyla ilgili bir kaç güncellemeyi yine LOST üzerinden yapmak istiyorum...

Yukarıda "bir karaktere bir şey yaptırıyorsanız, neden yaptığını bilmeniz ve bize göstermeniz lazım" demiştim...

Hatırlarsanız, Michael'ın yaptığı salla açılan Sawyer, Jin ve Michael daha sonra kıyıya vuruyorlar ve uçağın kuyruk kısmındakiler tarafından esir ediliyorlardı. Ana Lucia bu grubun lideriydi. Ancak Ana Lucia'yı görür görmez kendime sordum:

"Bu kadın, nasıl bu kadar cesur ve becerikli?"

Ancak bir bölüm sonra onun polis olduğunu öğrendiğimde bütün kuşkularım gitti ve her şey daha anlamlı hale geldi.

Yani, oradaki insanların davranışlarının hepsinin bir sebebi var ve bunları bize flashbackler ile gösteriyorlar.

Peki biz ne yapacağız? Biz de kendi dizimizde sürekli flashback mi yapacağız?

Tabi ki hayır...

Bunun yerine, bir bölüm içinde o karakteri sevdirmek ve onun kim olduğuyla alakalı ip uçlarını izleyice aktarmak için en az bir sahne kullanmanız gerekmektedir.

Mesela...

Karakteriniz polis ise, onun "ben polisim" demesi yetmez. Onun polislik yaptığını bir sahne kullanarak göstermelisiniz. Ama tabi ki karakteri tanıtacağım diye hikayeyi bir kenara koymadan yapmalısınız bunu. Zaten dizinizi oluştururken karakteriniz için kullnacağınız sahne kendiğilinden oluşacaktır. Ama bu kurala uygun hareket ederseniz...

Diğer bir husus ise, LOST'da gösterilen flashbacklerin kaynağı...

Dizinin yazarları, o flashbackleri nereden yazıyorlar?

Yani, "bu hafa bununla ilgili bi flashback bulalım" mı? diyorlar? ... Hayır...

O flashbacklerin kaynağı "KARAKTER ANALİZLERİ". Yani, dizini hikayesini kurarken yazdıkları ayrıntılı karakter biyografilerinde bu bilgilerin hepsi mevcut. Oradaki bilgileri yeri ve zamanı gelince birer sahne haline getirip hikayeye yediriyorlar...

Yukarıda demiştim. Her karakter için 8-10 sayfalık biyografilerin faydası olur diye.

Ben şahsen, adayla ilgili gelişmelerden daha fazla zevk alıyorum, karakterlerin geçmişinden. Özellikle Sawyer, Hurley ve Sayid'in hikayesi beni mest etmiş durumdadır.

GÜNCELLEMELER DEVAM EDECEKTİR...

NOT: İnternetten, LOST'un yazarları Damen Lindelof ve Carlton Cuse'nin röportajlarını okumanızı tavsiye ederim.

PROJEDE KARAKTER TANITMA

KARAKTER, KARAKTER, KARAKTER...

Daha önce de yazmıştım: Karaktersiz bir proje düşünülemez.

Tam ben bu yazıları yazdığım sırada GEZGİN hoca sitesine şöyle bir yazı ekledi:

Basit Hikaye, Karmaşık Karakter...

Bu kadar...

Kendisine sorduğumda yazının sadece o iki kelimeden ibaret olduğunu söyledi. "Hikayeni basit tut, karakterini karmaşık yap. En öz yöntem budur" diye de tavsiyede bulundu.

Arkadaşların burada yayınladıkları senaryolara bakıyorum da herkes daha çok öykü üzerine yoğunlaşmış. Oysa öyküye ayırdığınız vaktin yarısından fazlasını da karakterlere adamalısınız. Çünkü sizi izleyen insanlar hikayenizi karakteriniz vasıtasıyla öğrenecekler, bu bağlamda sağlam karakterleri olmayan hikayelerin iyi hikaye olduklarını söylemek gerçekten zor.

Ben de bu yazıda karakterlerle alakalı bazı bilgileri LOST dizisi üzerinden vereceğim. (Dediğim gibi önce yukarıya başlıklarını yazdığım yazıları okuyun)

*** *** ***

- Diyelim ki bir dizi senaryosuna başlıyorsunuz. İlk amacınız karakterleri seyirciye geçirmek olmalıdır. Yani öyküden ziyade karakterlerin sempatik olması seyircileri daha çok etkiliyor.

- Eğer, senaryonuz da 15 karakter varsa, ilk 3-4 bölümü bu karakterleri tanıtmak için harcamalısınız. Ama öyküyü de esgeçmemek kaydıyla. Yani karakter tanıtmaları öykünün içine yedirmelisiniz.

Nasıl mı?

LOST'a bir bakalım nasıl yapmışlar.

Sawyer'ın tanıtıldığı 8.bölüme bakalım...

Bu bölümde Sawyer'ın dramına şahit oluyoruz ama, bunu salt Sawyer üzerinden yapmıyorlar. Sawyer'ın ne kadar inatçı ve çirkef biri olduğunu bize göstermek için Shanon'un astım hastalığı hikayesini buldular. Spreylerin Sawyer da olduğunu düşünmemiz, hatta spreyler onda olmadığı halde ondaymış gibi davranması bile bize Sawyer'ı tanıtan ögelerdir. Bakın, Sawyer'ı tanıtmak için Shonun astım hastalığından faydalanmışlar. Bir karakteri tanıtmak için bir başka bir karakteri kullanmışlar... En etkili yöntemlerden biri...

- Belki de en esgeçilen durumlardan biri de budur: Bir karaktere bir şey yaptırıyorsan mutlaka o karakterin neden öyle davrandığını bilmelisin. Eğer bir adam etrafa ateş ediyorsa niye ettiğini bilmelisin, bildirmelisin izleyicilere...

İsterseniz yine LOST'a bakalım...

İlk bölümde Doktor Jack, insanları kahramanca kurtarmıştı. Oldukça da soğukkanlıydı. Neden? Çünkü doktor... Doktorların zaten temel prensibidir soğuk kanlı olmak.

Ardından Jack, kahramanlıklar yapmaya başladı. Diğer insanları kurtarmaya... Neden Jack kahramanca davranıyor? Çünkü, küçüklüğünden beri böyle bir yapıya sahip,(marc silverman yüzünden yediği dayağı hatırlayın) ayrıca babasının ona verdiği nasihatler de ondaki bu duygunun gelişmesini körüklüyor. Jack'in geçmişi gösterildikten sonra artık biz biliyoruz ki, Jack gerçekten kahramanlık vasıfları olan biri... Her şey yerli yerine bir anda oturuyor.

Ama Jack, doktor olmasaydı, küçüklükte böyle şeyler yaşamasaydı, hiç de inandırıcı olmazdı. Sıradan bir insanın nerde görülmüş bu kadar fedakar olduğu?

Kate için de aynı durum geçerli. Onun bir suçlu olduğunu öğrendikten sonra silahları ustalıkla kullanmasını ve erkek gibi bir kız olduğunu görmeyi yadırgamadık. Çünkü o bir suçlu, gayet doğal.

- Karakterlerinize ayrıntılı geçmişler yazın. Her karakterinizin 8-10 sayfalık bir biyografisi olsun. Diyebilirsiniz ki "Ne işime yarayacak?"

Çok işinize yarayacak...

LOST'a bakarsanız, karakterlerin nasıl birer insan olduklarının izleri hep geçmişte saklı. Sawyer'ın aslında nasıl biri olduğu, Jack'in neden kahraman olduğu, Kate'in neden soğukkanlı olduğunu, Said'in neden bu kadar becerikli olduğunun izleri hep geçmişlerinde saklı.

Yani bir karaktere, "huysuz" diyorsanız, neden huysuz olduğunu bilmek zorundasınız. Bu size çok büyük avantajlar sağlayacaktır.

Nasıl bir avantaj?

Şöyle ki, hikayenizi kurarken tıkandığınız bir noktada karakterin geçmişine dönerek bazı hikayeler üretebilirsiniz. Oldukça sağlam ve derin olur hikayeleriniz....

- Karakterleriniz tutarlı olsun. Yani, pasif bir ergenlik geçirmiş birini süper kahraman yapmayın. Geçmişiyle tutarlılık göstersin karakter. (Psikoloji bilmek şart)

- Yukarıda saydıklarımı eğer bir dizi senaryosu yazıyorsanız hemen vermelisiniz. İlk 1-2-3. bölümlerde bunları vermelisiniz.

LOST bu noktada farklı bir teknik kullanmış. Fark ederseniz, 12.bölüme kadar adayla ilgili gelişmeler çok yavaş ilerliyor. Canavar, telsizden gelen 16 yıllık sinyal, sinyali bulmak için çaba harcama ve adada yalnız olmadıklarını anlamaları.. Bu kadar. Ama onun yerine 12.bölüm boyunca karakterleri bize tanıtıyorlar. Bir yandan karakterleri severken diğer taraftan az az da olsa adayla ilgili şüphelerimizi arttırıyorlar.

Tabi ki o Amerikan Draması...

Peki siz nasıl yapacaksınız?

Dediğim gibi, İlk 3-4 bölümde karakterleri hikayenin içine yedirerek tanıtın. İzleyici önce onları sevsin, ondan sonra onların neler yaşayacaklarını merak etsin.

Hayatta da böyle değil mi zaten?

Hangimiz sevmediğimiz insanın şu an neler yaptığını merak ederiz? Banane deyip geçeriz çoğu zaman.

İşte dizilerde de durum böyle. Onları sevdirmezseniz, izleyici sizin hikayeniz için de "Banane" diyecektir...

Aklıma daha başka şeyler gelirse buraya eklerim... Arada bir bakarsanız buraya iyi olur... Şimdilik bu kadar...





7 Temmuz 2008 Pazartesi

CODE 46

Code 46, 2003 yapımı bir film. Ama ben daha yeni izledim. Çünkü bazı filmlerin DVD'lerini sonraya bırakıyorum. Bu biraz geç kalmıştı. Fırsat bulunca da bolca eski film izlerim. Yine böyle bir fırsat yakaladığımda izlediğim bir filmdi CODE 46.

***

CODE 46, bir bilim-kurgu filmi. Küresel Isınma'nın kendini iyiden iyiye hissettirdiği, çok ileri bir zamanda geçen bir hikayesi var. (Aslında bir hikayesi yok da, ona birazdan bakacağız. )

CODE 46 yasası diye bir yasa var. Bu yasaya göre DNA'ları eş olan insanları birbirleriyle ilişki kuramazlar. Eğer, kuracak olurlarsa CODE 46 yasasını ihlal etmiş oluyorlar ve hafızasının bir bölümünü silinerek cezalandırıyorlar. İleriki zamanda yaşanması muhtemel bir olay üzerine kurulmuş, bir filme güzel malzeme çıkarılabilecek güzel bir konu.

Filmi izlemeden önce DVD kutusunn arkasında yazan filmin tanıtım yazısına bakınca heyecanlanmıştım. Azınlık Raporu tarzında bir film izleyeceğimi sanıyordum.

Ama maalesef...

***

Film başladığında, yukarıda anlattığım CODE 46 yasasından, DNA'lardan filan bahseden yazılar çıkıyor ekrana ön bilgi amaçlı. Ama bundan sonra filmde bununla ilgili çok fazla bir şey göremiyoruz.

Bu yasayı takip edebilmek için her insanın kimlik kartı şeklinde pasoları filan var. Bu pasolar sayesinde insanlar seyahat edebiliyorlar.

Başrol oyuncusu Tim Robbins'in canlandırdığı baş karakter, pasoları üreten bir firmadaki paso hırsızlığını soruşturmak üzere Şangay'a gidiyor ve hırsı kıza aşık oluyor. Kızın hırsızlık yaptığını söyleyemiyor kimseye aşık olduğu için. Sonra kendi de kaçak pasolardan kullanmak zorunda kalıyor.

Peki CODE 46'yla alakalı daha detaylı bilgiler yok mu?

Var...

Kız ile adam birlikte olunca kız hamile kalıyor. Ancak adamın araştırdığına göre DNA'ları eş. Bu yüzden kız, CODE 46 ihlali yaptığı için cezalandırılıyor.

Ama bu da yeterli olmuyor. Yani film, vermek istediği bilim-kurguyu filmin içine tam manasıyla yedirememiş. Bu yüzden CODE 46 ile ilgili en detaylı bilgileri filmin başında çıkan yazılardan öğreniyoruz...

Bu iyi bir yöntem değil..

***

Amma velakin...

Filmde, bütün senaryo hocalarının söylediği o hikaye cümlesi ile uyumlu bir hikaye yok.

Bir daha hatırlayalım:

"“Sempatik bir karakterin, gittikçe büyüyen, ve aşılması imkansız gibi görünen bir dizi engeli aşmasını ve büyük bir arzuyu gerçekleştirmesini sağlayın”.

Buna göre CODE 46'ya bakarsak, aksaklıklar hemen ortaya çıkıyor.

1 -) Karakter sempatik değil. (Sempatik : Sevilen) İnsanların aklını okuyabiliyor ama, özdeşleşme kuralları uygulanmadığı için sempatik durmuyor.

2-) Kahramanın önünde duran, aşılması imkansız gibi görülen engeller yok. Yani kahraman yolunu kaybetmiş tosbağa gibi nereye üflersen oraya gidiyor. Belli bir yolu yok, planı yok.
Böyle olunca da filmde çatışma kurulamıyor ve çatışmasız bir film izlemek zorunda kalıyoruz.

3-) Yine kahraman büyük bir arzuya sahip değil.

4-) Gittikçe yükselen bir tempo, ritm yok. Hele filmin finali, final olma özelliği bile taşımıyor. Yani filmin finali de yok.

Bu kadar "yokluk" içinde bir film "var" olabilir mi?

Hayır!

***

Filmi izledikten sonra aklımda kalan tek şey, küresel ısınma sonucu her yerin çölvari olmasından kaynaklanan ilginç görüntüler ve arabaların gitme sahnesi.

Evet...

Filmin başından sonuna kadar karakterin kullandığı arabayı izliyoruz...

Ayrıca, fimin çok garip bir görüntü anlayışı vardı. Yani, amatör birinin elinde kamera varmış gibi aynı. Belki adam, bilim-kurgu filmi olduğu için tarz denemiş olabilir.

Ama...

Gezgin hocamla muhabbet ederken ona görüntü yönetmenliği hevesimden bahsetmiştim. O da bana şöyle cevap vermişti:

"Anlatacağın iyi bir hikaye olmadıktan sonra çektiğin görüntülerin hiç bir değeri olmaz"

Bu söz CODE 46'ya gelip "cuk" diye oturan bir söz...

***

Bu arada filmin kadın oyuncusu Samantha Morton'u hatırladınız mı?

Ben hatırladım...

Azınlık Raporu'ndaki beyaz oadada yatan beyaz kadın: Kahin.

***

NOT: Hikaye cümlesinin kaynağı için (bkz. SANARİST_ULTİMATE)

GENÇ SENARİSTLR ARAN(M)IYOR !

Genç senaristler aran(m)ıyor!

Gençler, senarist olma sevdasıyla İstanbul'a gelip senaryo atölyelerine katılsa da usta isimlerden olmanın yolu tanıdık yönetmen, yapımcı bulmaktan geçiyor. Ömer Lütfi Mete de “İsmail Güneş olmasaydı, ben olmazdım” diyor.

Televizyonda her biri milyonlarca liralık yapım olan yüzlerce dizi ekrana geliyor ama sadece birkaç tanesi ekranda kalmayı başarıyor. İlginç olan, tutulan dizilerin bir çoğunun hemen hemen aynı senaristlerin elinden çıkması. Çünkü bir yapımın izlenmesinde en önemli etken senaryo. İyi bir senaryodan kötü bir iş çıkma ihtimali olmadığını bilen yapımcılar, bu yüzden dizileri hep marka senaristlere emanet ediyor. 'Peki hiç mi yeni yetenek yetişmiyor' diye sorup, bu konuyu biraz araştırdığımızda karşımıza çıkan tablo ise daha da ilginç. Adeta tekelleşme oluşturulan sektörde çömez bir senaristin bir yapımcıya yazdığı senaryoyu kabul ettirmesi, deveye hendek atlatmaktan zor görünüyor.

Senarist adayı çok ama…

Gaye Boralıoğlu, Mahinur Ergun, Nuran Devres, Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu… Senaryo yazabilen gençlerin önündeki en büyük engel, işte bu marka olmuş isimler. Bu isimlerin haricinde birçok insan, binlerce senaryo önerisi ile yapımcıların kapısını çalıyor. Bunların bazıları senaryo kurslarında eğitim almış kişiler, bazıları ise hayal güçlerine güvenerek ortaya yeni hikayeler çıkaranlar. Kuvvetli bir hikaye ve güçlü senaryo ile yapım şirketlerinin kapısını çalan gençler, kapı değil duvarla karşılaşıyor. Çünkü yapımcılar genellikle "sipariş" usülü çalışıyor. Sektörün içindeki isimler de tekelleşmeden muzdarip. Plato Film'in Müdürü ve senaryo dersleri de veren Serkan Turhan, senaryo alanında isim yapmış insanlar yüzünden çoğu gencin de önünün kapandığını savunuyor. Turhan "Çok iyi tanınmamışsanız bu piyasada yer almanız olanaksız" diyor.

Yapımcılar iyi müneccim değil

Yapımcıların da işi riske atmayarak isim yapmış senaristlere sipariş senaryo yazdırdıklarını ifade eden Turhan, bunun sebebini 'yapımcıların kendilerine gelen kalitesiz işlerden bıkması' ılarak gösteriyor. Turhan ayrıca "Yapımcılar dizilerin tutup tutmayacağı konusunda kendilerini müneccim zannetseler de öyle değiller eğer olsalardı bu kadar birbirlerine benzeyen diziler yapmazlardı" görüşünde. Çalıntı olayların sıkça gündeme gelişini de değerlendiren Turhan bu konuda şöyle düşünüyor: “Haklı olan taraf bu piyasada çok fazla tanınmadığı için hakkını çok da fazla arayamıyor. Türkiye'de telif eserleri kanunları var fakat yasal prosedüre girdiğinizde karşınızda güçlü bir kurum varsa sizin davayı kazanma gibi bir şansınız yok” şeklinde konuşuyor. Plato Film'de kurulan senaryo atölyesinde dersler veren Serkan Turhan senarist olmak isteyen gençlerin kitap dahi okumadıklarını anlatıyor. Plato Film'e senelerce senaryo yollandığını anlatan Turhan “Bana gelen senaryoların hepsi deli saçması işlerdi. Herkes günlük dil kullanıldığı için bu işi yapabileceğini düşünüyor” diyor.

Yeni senarist çıktı da biz mi görmedik?

Senaryo yazarlarını bir arada toplamayı amaçlayan Senaryo Yazarları Derneği'nden Ahmet Haluk Ünal ise herkesin senaryo yazarı olamayacağını düşünüyor. Bu amaçla kursa giden ve kendisinin keşfedilmediğini düşünen gençlere yaratıcılığı öğretemeyeceklerini belirten Ünal, gelenlere sadece mimari yapıyı kurmaya dair bilgiler verdiklerini belirtiyor.

İsmail Güneş olmasa Ömer Lütfi Mete olmazdı

Bir dönem ilgiyle izlenen Deli Yürek dizisinin senaristi, Kurtlar Vadisi'nin senaristleri Raci Şaşmaz ile Bahadır Özdener'in hocası ve piyasanın aranan isimlerinden Ömer Lütfi Mete de benzer görüşlere sahip: "Aranan senarist olabilmeniz için kısmet yetiyor. Yetenekten önce kısmet, yetenekten önce talih, yetenekten önce iltimas. Kısacası ahbap-çavuş ilişkisi ile dönüyor düzen. Ben de böyle senarist oldum. İsmail Güneş ahbabım olmasaydı kimin aklına gelirdi Ömer Lütfi Mete'ye senaryo ısmarlamak. Oysa ben onüç yaşından beri roman yazmaya çalışan biriydim. İlk senaryo denemem 37 yaşında gerçekleşti. O günden bugüne piyasanın değiştiğini de sanmıyorum.”

Gençleri küstürüyorlar

Kimse yetenekli gençleri arayıp da senaryo takımlarına katarak ustalaştırmak gibi bir arayış içinde olmadığını da diye getiren Mete, “Nice yetenekli gençler bir fırsat kapısı bulamadan küsüp gidiyor, umudu kesiyor.” diyor. Mete, gençlerin yetenekleri ve birikiminin de önemli olduğunu şu sözlerle vurguluyor: “Senaristlik yaptığım dönemde öyle gençler tanıdım ki, boynuzun kulağı geçtiği gibi beni çoktan geçtiler. Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener bu isimlere örnektir. Başka gençler de var, kendilerine ustalık yaptığım. Onlar da beni geçeceklerdir.”

Ömer Lütfi Mete, gençlere bu fırsatı veren ve yeni yetenek çıkmasını sağlayan ustalardan. Mete, “Belki bunda benim senaryo vadisiyle ilgili pek hırsımın olmaması da etkendir” sözleriyle tek başına 5-10 dizi senaryosu yazanlara da gönderme yapıyor. Mete yeni senaristler çıkmamasının sebebini iyi senaryo üretilmemesine de bağlıyor. “Çok nadiren iyi senaryo yazıldığını düşünüyorum. Sinema ve televizyon ürünlerinde çok parlak diyebileceğim çalışma çok az” diyen Mete, şunları söylüyor: “Tekelleşmenin olduğu yerde yeni ürünlerin ortaya çıkma şansları da azalıyor. İsim yapmış birkaç ünlü senarist haricinde gençlerin bu piyasada ismini duymak imkansız.”

Hayal gücüm kiralık

Yapımcıların işi riske atmadan kendi belirledikleri konularda senaryo yazdırdıkları konusuna da değinen senarist, “Senaryolar sipariş üzerine yazılır. Ben birkaç işim hariç genellikle sipariş üzerine senaryo yazdım. Bunun için de 'hayal gücümü kiraya veriyorum' şeklinde bir ifade kullanıyorum. Evet, ısmarlanır ve yazarız” diyor. Televizyonda ki dizilerin başarısız olmasını hızlı hızlı yazılmasına bağlayan Mete “Bazen iyi senaryo kötü film olarak da karşımıza çıkabilir. Televizyon dizilerinde de çok az iyi senaryoculuk görebiliyorum. Zaten iyi olması da imkânsız. Bir hafta içinde mükemmel bir 60-70 dakikalık senaryo yazılamaz. Bir kere yazılır, üç kere yazılır, ama yüz kere yazılamaz. İyi bir senaryo takımı olunabilirse belki olur ama o da zor iş” diyor.

İşin ABC'si…

Senarist olma sevdasına Ankara, İzmir gibi şehİrlerden kalkıp gelen gençlerin çoğu daha bir senaryosu dizi olmadan kendini senarist olarak görmeye başlıyor. Senaryo okullarından genelde çırakların çıkıyor. Kaliteli bir senaryosu ve öyküsü olduğunu iddia edenlerin dikkate alınacağı yerler de yok değil. Örneğin Plato Film'de Sinan Çetin'e senaryonuzu yazılı olarak verseniz asla okumuyor. Fakat siz bir fikrim var dediğinizde "Bana bunu üç beş cümlede anlat" diyor ve sizde anlatabiliyorsanız bu işe ilk adımını atmış oluyorsunuz. Senarist olmaya bu kadar hevesli gencin olduğunu gören çoğu sinema okulu da boş durmuyor ve senaryo atölyeleri kuruyor. Bu kurslarda genel anlamda senaryonun abcsi öğretiliyor. Senaryo Stüdyosu, Plato Film, Sender kurs veren okullardan birkaçı. Kursların çok geniş skalada öğrenci profili var. Öğrenciden ev kadınına kadar farklı mesleklerdeki insanlar Ankara, İzmir; Bursa gibi şehirlerden gelerek senarist olmak için eğitim alıyor.

Çalıntılar da cabası…

Senaryo piyasasında tartışılan bir diğer konu ise intihal olayı. En son Babam ve Oğlum filminin senaryosunun çalıntı olduğu iddiaları konuşuldu. Senaryolarda alıntılar sadece kişilerin senaryoları üzerinden değil daha önceden yayınlanmış diziler üzerinden de yapılıyor. Doktorlar Grey's Anatomy, Zeliha'nın Gözleri Medium, Elveda Rumeli Damdaki Kemancı dizilerinin değiştirilmiş kopyaları. Son dönemde intihal olayı ile konuşulan bir diğer dizi ise Genco. İddialara göre dizinin senaristi kendisine hikayeyi getiren gencin yazdıklarını birebir senaryolaştırıp kendi zimmetine geçirmiş. Yine ilgiyle izlenen dizilerden Pusat ile ilgili bir intihal iddiası gündeme geldi. Dizinin, 'Sahipsiz Gezegen' isimli romanla birebir örtüştüğü iddiaları öne sürüldü.

KAYNAK: YENİ ŞAFAK GAZETESİ

PARS NARKOTERÖR - 3

Eveet...

Yolun sonuna geldik... 17 Şubat'ta ilk yazıyı yazmıştım.

Osman Sınav'ın dizisi PARS NARKOTERÖR rezil rüsva bir şekilde yayın hayatına son veriyor.

Tekrar söylüyorum...

Osman Sınav, Aybars Bora denen adamı yanından uzaklaştırmadıkça Osman Sınav yavaş yavaş çökecektir.

AYBARS BORA'nın yazdığı diziler...

Acı Hayat : Senaryosu kötü... Ama işin içinde Kenan İmirzalıoğlu olunca izlendi...

Pars Kiraz Operasyonu : Maliyetini karşılayamadı, gereken ilgiyi görmedi...

Pusat : Ömrümde gördüğüm en dandik diziydi...

Pars Narkoterör : Fazla söze gerek yok... Yukarıdaki yazıları okuyunuz...

Raci Şaşmaz'ın yazdığı diziler:

Deli Yürek : Türkiye'nin ilk aksiyonlarından... Çok sevildi...

Deli Yürek filmi : 1 milyonun üzerinde seyirci çekti...

Ekmek Teknesi : O da çok sevildi... Fenomen oldu...

Kurtlar Vadisi : Fazla söze gerek yok...


Osman Sınav, bir sonraki projesinde de Aybars'a yer verirse Osman Sınav iyice yaşlanmış demektir...

Türk televizyonu için büyük kayıp...

Yazık...

PARS NARKOTERÖR - 2

Fragmanla ilgili ön yargılarımdan sonra yeni bir yazı daha yazma ve PARS NARKOTERÖR dosyasını kapamak istiyorum...

Fragmanda yazdıklarımı hala daha destekler mahiyetteyim. Eleştirimi iki kola böleceğim:

-HİKAYE
-DİYALOG

HİKAYE

Dizinin hikayesi gerçekten güzel. Her ne kadar içinde bir takım klişeler barındırsa da orjinal tarafları da var. Ancak kanaatim odur ki bu orjinalliği sağlayan dizinin danışmanlarıdır. Yoksa Aybars Bora'^dan böyle bir orjinallik beklemek hata olur.

İlk bölüm gerçekten sıkıcı bir ilk bölümdü. Oysa, bir dizinin en önemli bölümleri ilk ve son bölümleridir. Eğer ilk bölümde ne kadar çok izleyici çekersen fenomen olma şansın o kadar artar. Ancak sen ilk bölümü, sahnedekilerin ne dedikleri anlaşılmayan bir yığın diyalogla doldurursan insanlar ikinci bölümde de bunu olacağından korkup diziyi izlemezler. Nitekim izlemediler de
Birinci bölümün reytingleri 4.sırada yer bulurken, 2.bölümün reytingleri 9.sırada yer buldu kendine. Bu da demektir ki 3.bölüm biraz daha düşecek.

-İlk iki bölümde gözüme çarpan hatalardan en barizi, kötü olan tarafların yani MEHDİ ve VAHİT'in inanılmaz derecede rahat ve şaklaban olmalarıdır. Bu adamların, bu kadar büyük iş yapan adamların belli bir ağırlığı olur, bir karizması olur. Ama adamlar koltuğa uzanıp mandalina yiyerek sevkiyat yönetiyorlar. Keşke her şey o kadar basit olsa... Akılları sıra planları bozulmuş numarasını bize yutturmak için rahat davrandırıyorlar. Hele o en büyük olan SEYYİD ağaya "Nasılsın" diye sorduklarında SEYYİD "Beygir gibiyim hahahahaha" gibi aptalca bir şey söylemesinin bu kadar ciddi bir dizide yeri yok.

Nerede olursa olsun, dizi ya da film fark etmez. Üstadlar şunu bilir şunu söyler:

"Bir filmde aksiyon kaynağını oluşturan şey düşmanın planıdır. Düşman bir plan yapacak ki kahramanda ona tepki versin"

Neticde bu kurala bağlı kalınmış dizide ancak önemli bir sorun var. Yine aynı üstadlar der ki:

"Bir filmde düşman ne kadar acımasısz bir ruha ve sağlam bir felsefeye sahip olursa, aradaki çatışma o kadar güçlüdür"

Bunun Türkçesi şu demek:

Bir filmde veya dizide düşmanın kötülüğünü göstermeniz lazım. Çatır çatır adam öldürürken, psikopatlık yaparken göstermeniz lazım. Birinci bölümdeki gibi "Biz vatansız tüccarız" demekle bu iş olmaz. Göstereceksin vatansız olduğunu... Göstermek her zaman en etkli yoldur. Mizah ustası gibi konuşan kötü adamlardan kim korkar ki? Hayır esprileri de kaliteli olsa belki bir yere kadar ama... Bu Aybars Bora bence komedi de yazsa o da izlenmez...

,- İlk bölümde yaşanan Şamil'in operasyonu sırasında yapılan evlilik teklifine gerçekten çok güldüm.Vay be dedim kendi kendime demek ki bu kadar şebek polislerimiz de varmış. Bence o dizideki narkotik şubenin yanına bir de mizah ünitesi açmaları lazım. Anca karşılar bizimkileri...

- İkinci bölümde vardı: Şamil ve abisi sanki havadan sudan konuşur gibi kadınların yanında operasyondan filan bahsediyorlar. Kadınların da hiç umrunda olmuyor, kız isteme derdine düşmüşler. BU kadar garip bir şey olabilir mi? Siz asker olsanız karınızın yanında operasyondan filan bahseder misiniz? Onun endişelenmesini ister msiniz? Hem de kız isteme gibi hayırlı bir iş öncesi... Ya da siz sevgilinizi kız isteme gününde operasyona gönderir misiniz? (Bir de o ZÜLÜF denen kız sürekli sırıtıyor.)

- Bunun dışında hikayesinde pek bir kusur yok. (Daha ne olsun)

- Bence en büyük kusur çatışma sahnelerinde. Sektörün buna acilen bir çözüm bulmasını istiyorum. Önüne alev efekti eklendiğini 5 yaşındaki çocuğun bile anladığı, titremeyen, geri tepmeyen keleş görmekten, beceriksiz figüran görmekten bıktık. Artık otomatik kuru sıkı fabrikası filan mı bulacaklar ne yapıcaklarsa yapsınlar.

DİYALOG

- Dizinin en büyük kusuru. En kötü amerikan filmine, hatta en kötü avrupa filmine bile baksanız bu kadar dandik diyalog göremezsiniz. Üstatlar şöyle der:

" Eğer söylemek istediklerinin hepsini bir replikte söylüyorsan yazdığın diyalog kötü diyalogtur."

Ama bizim dizideki diyaloglar karşılıklı tanım cümleleri gibi. Oysa diyaloglar ima yoluyla izleyiciye verilmeli. İzleyici karakterin her aklından geçeni duyarsa hikayenin büyüsü kalmaz.Karakter zihnindekini yavaş yavaş anlatmalı, hatta anlatmamalı hissettirmeli... İzleyicini kafasını yoracaksın, düşünmesini sağlayacaksın, ima edeceksin; izleyici onu anlayacak. Yoksa tahtada ders anlatan öğretmen gibi konuşursan biz de dizi izliyor değil ders dinliyor gibi hissederiz kendimizi...Bu da senaristlerin izleyici aptal yerine koymasından başka bir şey değildir. "Ha sen şimdi bunu anlamazsın, sen salaksın, ben bir de bunu sana anlatayım, belki anlarsın" demenin ingilizcesidir. Yani eminim ki şu sitedeki çoğu senarist adayı bile AYBARS BORA'dan daha iyi diyalog yazabilir. Buna inanıyorum.

- Diyalog yazmanın bir kuralı daha vardır: SÖYLEME GÖSTER.

Bunu şu anda bütün dünya sineması kabul etmiş durumda ama hala biz kabul edemedik. Çok acı verici bir şey. En büyük hatamız budur bizim. Eğer ekranda bir şeyi gösteriyorsan bunu söyleme. Yeşilçam'ın vazgeçemediği bir şeydir bunlar:

-Ne o ağlıyor musun yoksa?

E ağlıyor işte kör müsün? Biz de görüyoruz ağladığını. Neden söylüyorsun ki? Biz aptal mıyız?

Karısıyla kavga ettiği için meyhaneye gidip içen bir adam düşünelim ve bunu kaliteli ve kalitesiz senaristin nasıl diyaloğa dönüştürdüğünü görelim.

Kalitesiz senarist:

İçen adamın yanına biri yaklaşır.

- Hayırdır Ahmet neden buraya gelmiş rakı içiyorsun? Bir sıkıntın mı var?
- Var. Karımla kavga ettim. Bizim çocuk futbolcu olmak istiyor ama karım olmasın diyor. O yüzden tartıştık.

Yukarıdaki diyalog kalitesiz bir senaristin diyaloğudur.

Bir de kalitelisine bakalım...

Kaliteli Senarit:

İçen adamın yanına biri yaklaşır.

-Hayırdır.
-Karım...
-Noldu?

Adam elindeki kadehi gösterir...

-İşte bu oldu.

Bakın en kısa yoldan adamın sıkıntılı olduğunu anlatmış olduk.

Bu yöntem sizi yapmacıklıktan kurtaracaktır. Ama bizim dizimizde o kadar çok hatalı diyalog var ki.Hepsini buraya yazamam. Araştırın, bu kurala uymayan yüzlerce diyalog görürsünüz dizinin içinde.

Bir de dizinin güzel yönlerine bakalım.

Benim dizide en çok sevdiğim olay, Süreyya rolündeki kadının oyunculuk başarısıdır. Hem fiziğiyle, hem karizmasıyla, karaktere "cuk" oturmuş biridir. Yine Müge Ulusoy'un performansına da dieyecek yok.

Diğer bir güzellik ise çekimler. Tevfik Şenol yine görüntü yönetmenliğini konuşturuyor ve çok yaratıcı açılar,kamera hareketli sunarak bize görsel şölen yaratıyor. Helal olsun ona.

Artık yeter.

Ben bu kadar ciddi konuların böyle aptal senaristler tarafından heba edilmesine karşıyım. Aha bu da son sözümdür. Pars narkoterör dosyası burada kapanmıştır. Daha fazla diyecek bir şey yok.

Aman siz böyle hatalara düşmeyin olur mu?

KAYNAK: Sanarist_Ultimate

PARS NARKOTERÖR - 1

21 Ocak Pazartesi akşamı, Osman Sınav’ın yeni dizisi Pars Narko Terör yayına giriyor. Daha önceki bir yazımda bu diziye sosyolojik açıdan olumlu yaklaşmadığımı söylemiştim. Ben sinemacı olarak, bir kültür takipçisi olarak üzerime düşeni yaptım. Geriye kaldı işin sinemasal kısmı.

Osman Sınav’ın yeni bir projesi olacaksa ve ben bunu duyarsam, önce heyecanlanıyorum. Ardından, dizinin hikayesi belli oluyor, heyecanım bir kat azalıyor. Çünkü zihnimde oluşan (Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi sebebiyle) Osman Sınav profiline biraz ters düşüyor. Hikaye çok tanıdık ve bildik geliyor. Klişe yani. Diyorum ki “Sabret, önyargılı davranma”… Derken dizinin ilk tanıtım fragmanı yayınlanıyor ve benim aklım biraz daha karışıyor. Çünkü fragmandaki sloganlar çok basit ve yapay… Heyecanım bir katre daha sönüyor. Ardından, dizinin yönetmeni ve oyuncuları belirleniyor. Sonra 1.bölümünü fragmanı… İşte benim koptuğum an da bu an oluyor. Kötü bir çekim kalitesi, vasatın altında oyunculuk ya da ona rolünü vasat oynatan bir yönetmen, tekrar eden ve dünya sinemasının kabul ettiği, uyguladığı ama biz Türklerin bir türlü anlamak istemediği “Söyleme göster” kuralına tamamen aykırı diyaloglar… Belki de yönetmenin bir kabahati yok… Diyalog 4.sınıf öğrencisi seviyesindeyse yönetmen ne yapsın? Derken benim heyecanla beklediğim Osman Sınav projesi, beş para etmez diye nitelediğim bir televizyon dizisine dönüşüyor. Bunu PARS KİRAZ OPERASYONU filminde ve PUSAT dizisinde yaşadım ve tabi ki PARS NARKO TERÖR dizisinde de…

Osman Sınav, Kurtlar Vadisi’ni bıraktıktan sonra büyük bir kalite kaybına uğradı. Neden? Çünkü Raci Şaşmaz gibi, ufku açık bir adamı bırakıp, Aybars Bora Kahyaoğlu gibi Osman Sınav çizgisine ters düşen bir adamı asistan olarak seçtiği için…

Kurtlar Vadisi bambaşka bir ruha sahipti. Bakın dizinin fanatiği filan olduğumdan değil, ordaki karakterleri filan sevdiğimden değil. Tarafsız bir sinemacı olarak söylüyorum. Kurtlar Vadisi, (Osman Sınav zamanı) hem hikayesiyle, hem çekimiyle, diyaloglarıyla, oyunculuğuyla tam bir baş yapıttı. Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener gibi iki kaliteli senaristin müthiş hikayesi, insanı düşündüren, kelime oyunlarıyla, aforizmalarla süslü bir senaryo, çok ilginç ve kaliteli kamera açıları, hikayeye uygun ışık anlayışı Osman Sınav’ın vizyonuyla birleşince müthiş bir şey çıkmıştı ortaya… Hem de daha ilk bölümden hissettirmişti kendisini… Kurtlar Vadisi’nin yapımcısı Osman Sınav’dı, PARS’ın ki de o… Değişen ne peki? Değişen tek şey var: Kaliteli Senarist-Kalitesiz Senarist

Kalite farkını anlamak için başlangıç sloganlarına bakalım…

KURTLAR VADİSİ

“Burası Kurtlar Vadisi, burada insan sevdiği için ölür, yaşamak için öldürür…”
“Ölmek en büyük maceramız…”
“Burası Kurtlar Vadisi… Türkiye’de sokaklardan başlayıp, belli bir hiyerarşik bütünlük içinde yükselerek çok derin ve etkili bir konseye dönüşen mafya örgütlenmesiyle, ona karşı mücadeleye soyunanların hikayesi… Bu hem bireysel hem toplumsal yansımaları olan bir serüvendir. Bu serüvende ölmek en büyük maceradır. Burda insan sevdiği için ölür, yaşamak için öldürür.”

Bir de PARS NARKO TERÖR’e bakalım… Neticede hikayesi hemen hemen aynı, bir örgüt ve bu örgütle mücadele edecek bir kahraman var…

PARS NARKO TERÖR

“Bir kilo eroin satarlar, 180000 kalaşnikof mermisi alırlar. Peki kaç Mehmetçik şehit ederler? Onları kim durduracak? Pars….
“Bir kilo eroin satarlar …………. mayın alırlar, topraklarımıza kurarlar. Peki kaç topuk kaç bacak kopar? Kaç can toprağa düşer? Onları kim durduracak? Pars….

Tamam, bunlar bu ülkenin gerçekleri… onların belirtilmesi güzel. Ancak Kurtlar Vadisi’nin bahsettiği şey de gerçeklerdi. Onlar hiç böyle klişe şeylere sığınmadılar… Ben hatırlıyorum. 2002’nin Ağustos ayında, (hatta o gün doğum günümdü) televizyonda Kurtlar Vadisi’nin tanıtım fragmanına rastlamıştım. Aslan Bey’in tok sesi, konseyin kontrol ettiği paradan bahsediyordu ve çok etkilenmiştim… Ama PARS’ın fragmanını görünce açıkçası gülesim geldi yani. Belki işlediği konu gülünecek bir konu değil ama bu acı konunun bu kadar komik bir biçimde tanıtılması garibime gitti.

Şimdi siz diyeceksiniz, slogandan dizi mi yargılanır diye? Ben de diyorum ki neticede sloganı yazanla senaryoyu yazanlar aynı olacak… Slogan yapmacıksa, dizi de yapmacıktır…

Gelelim diyalog kısmına…


1.bölüm fragmanını izledim ve yine gülesim geldi. Dizinin baş karakteri Şamil ile bir askerin konuşması var fragmanda… Duydukça televizyon ekranını kırasım geliyor. Bu kadar iddialı konuyu işleyecek diziye bu kadar klişe diyaloglar neden konulur? Bu benim bile dikkatimi çekiyorsa, Osman Sınav gibi bir yapımcının neden dikkatini çekmez, bir yönetmen böyle bir şeye nasıl izin verir diye… Diyalog aynen şöyle…

(www.parsnarkoterör.com) (3.teaser)

ASKER: Bunlar var ya bunlar bir kilo eroin satarlar, yaklaşık bir buçuk ton c4 patlayıcı alırlar… Hesapta terörle mücadele başka narkotik başka değil mi? (Eliyle işaret eder) Şu yüzünü döndüğün tarafa doğru dümdüz gitsen Alamut’a varırsın. Hasan Sabbah’ın eski evi…

ŞAMİL: Yanındaki fedailere haşhaş içirip suikasta gönderen Sabbah….

ASKER: Ha Sabbah’ın Alamut’u ha Kandil… Avuç avuç kaptagon çıkıyor teröristlerin üstünden. Haplayıp haplayıp salıyor Mehmetçiğin üzerine… Silahların parası da beyazdan…

ŞAMİL: Buralarda hikaye bin yıldır hep ayni galiba abi…

Şimdi bu diyaloğu bir analiz edelim bakalım. Bu diyalog doğal olacağım diye işin büyüsünü kaçırmış. Asker yapmacık olmayayım diye kendini öyle bir kasmış ki yapmacığın alası olmuş.
Tamam araştırma sonucu elde edilen bilgilere bir diyeceğim yok ama bu diyalog Osman Sınav dizisine yakışmayan bir diyalog. Bir kere, “bunlar var ya bunlar” sözü bir kahve muhabbetidir. Kahvelerde oturup okumadan siyaset tartışmaya çalışan adamların lafıdır. Doğallığı ifade edebilir ama bu dizide sırıtan bir diyalogtur. Burada Hasan Sabbah’ı Şamil’in bilmemesi ve Asker’in ona Hasan Sabbah’ı anlatması daha etkileyici olurdu. Şamil’in garip bir edayla Hasan Sabbah’ı anlatması yakışmamış oraya… Bir de konuşmanın geçtiği mekan güzel bir mekan. Böyle güzel mekanlara duygusal ve etkileyici konuşmalar yazılmalı. Ben olsam bu diyaloğu Hasan Sabbah’ın hikayesiyle başlatır, sonra teröre geçer ve en sona ikisini de içeren bir aforizma bulurdum. Ne yazık ki “Buralarda hikaye bin yıldır hep aynı galiba abi” lafı orayı kesmemiş pek. Daha etkileyici, orijinal, duygusal bir cümleye bağlanabilirdi bu konu. Neyse fazla abartmayayım.. Ama bu gibi küçük unsurlar, bir senaristin kalitesini ortaya koyan unsurlardır. Bu gibi ince noktaların gözden kaçmasıyla geliyor zaten başımıza ne geliyorsa. Diyalog her şeydir. Kötü diyalogları olan bir sinema ürününün izlenebilirliği düşer. İsterseniz, 100 milyon dolar harcayın, isterseniz hikayeniz dünyanın en iyi hikayesi olsun.

Sonuç olarak anlatmak istediğim şu… Osman Sınav bu Aybars Bora denen adamla çalışmaya devam ettikçe kalitesi düşmeye devam edecektir. Osman Sınav’ı Osman Sınav yapan Raci Şaşmaz’dır. Eğer Kurtlar Vadisi’ndeki kaliteyi yakalamak istiyorsa Raci Şaşmaz gibi adamlara ihtiyacı vardır.

Dizi Projesi Oluşturma

Artık sıkıldım bu işten.

Yayından kaldırılan her dizi için, iğrenç bir senaryoya sahip olup da hala yayında olan diziler için ve güzel bir konunun kötü senaristler tarafından berbat edilen her dizi için içim acımaya başladı. Üstelik reklam mevzundan dolayı dizi süreleri uzatıldıkça uzatılıyor ve burada anası ağlayanlar hep set çalışanları oluyor. Özellikle yaz aylarında yapılan çekimlerde çoğu set çalışanının yorgunluktan baygınlık geçirdiğini okumuştum. Yazık değil mi bu insanlara?

Yazık...

Hem de çok yazık...

Bu yazık olma durumunu yaratan kişi ne yapımcı, ne yönetmen ne de oyuncu. Bu ahvalin tek bir müsebbibi mevcut:


SENARİST ya da SENARYO


Kötü yazılan bir dizi senaryosu, amacı sadece para kazanmak olan bir yapımcı ile birleşiyor ve 4 bölüm sonra yayından kaldırılan bir dizi ile geride yorgunluktan başka hiç bir şeyi kalmamış olan set çalışanı kalıyor.

Aslında içimde oluşan bu sıkıntıların bir sebebi daha var. Yabancı diziler…Lost, Prison Break, 24, The O.C, The Sopranos gibi dizileri izleyince, “Vay be, adamlar ne dizi yazmışlar.” Yerine “Neden bizde böyle diziler yok” deyip sıkılıyorum. İzlediğim şeyden zevk alamıyorum bu yüzden.

O zaman bu durumun nedeni belliyse, elbette ki sonucu ve çözümü de bellidir.

Peki neden kimse bir şey yapmıyor?

Ne yazık ki sektörün şu anki konjüktörü buna müsait değil. Belki "next generation" (yani biz) döneminde bu durum değişir. (zor...) Ama en azından yeni nesil, genç yazarlar, senarist adayları olarak bu gidişe bir dur demek boynumuzun borcudur. Aynı zamanda hak hukuk meselesi de dahil olmaktadır bu işe. Şahsen, yazdığım iğrenç bir dizi senaryosunu çekeceğim diye heba olan bir set çalışanının hakkını ödeyemem. Bu mesuliyeti kaldıracak kuvvete muktedir değilim.

Umarım bana hak verirsiniz...

O yüzden, muhterem hocam, yüce insan, GEZGİN'in deyimiyle "Karanlığa küfredeceğine bir mum yak" düsturunu benimsemiş biri olarak bir yazı kaleme almaya karar verdim.

Senaryo yazma işi tecrübe gerektirir. Bu tecrübe, illa ki profosyonel bir senaristin yanında yetişmek ve tecrübe kazanmakla olacak değil. İnsan kendi tecrübesini de pekala oluşturabilir. Ancak bunun için, çelik bir irade, sürekli dinç bir beyin ve sebat şart.

Bu sitenin müdavimleri olanlar bilirler. Siteye ilk üye olduğumda buraya bir dizi senaryosu eklemiştim. O zamanlar bana çok harika gelmişti.(Bu senaristliğin kuralıdır: Yeni başlayanlar, ilk senaryolarını dünyanın en harika senaryosu zannederler. Biri "olmamış" deyince de bu işi bırakırlar) Ama şimdi bakıyorum ve gülmekten kendimi alamıyorum. Kötü bile olsalar, bana tecrübe kazandırdığı ve hata yapma imkanı tanıdıkları için onları seviyorum. Zaman zaman açıp okurum onları ve her bakışımda yeni bir hatamı yakalar, onu üzerinde çalıştığım projede düzeltmeye çalışırım.

Bu iş hata yaparak öğrenilen bir iştir. Yaptığınız her hata ileride size taze bir bilgi olarak geri dönecektir. O yüzden hata yapmayı seviyorum. (Aşırıya kaçarsanız, hatanın hata olduğunu anlayamaz ve full error bir senaryo yazarsınız, karışmam...)

Velhasıl-ı kelam...


Burada, dizi yazarken kullandığım teknikleri, olması gerekenleri, dizi hikayesi kurmayı, hikayeyi işlemeyi, karakter gelişimini, karakter yazımını anlatacağım. Bu yazılar tamamen tecrübeye dayanmaktadır. Yüzde yüz doğru olduğuna kimse inanmasın.


Artık mumun fitilini ateşleme vakti geldi. Karanlığa küfretmeye son...

Hayırlısı olsun...

Umarım faydalı olur...


***

NOT: Bu yazının devamını okumak ve yararlanmak istiyorsanız, GEZGİN hocanın bu siteye eklediğim, fikir kaynakları, yaratıcılık ve beyin fırtınası isimli yazılarını okumanız gerekiyor. Yoksa bu yazıdan pek faydalanamazsınız. Neticede anlatacaklarım, onun yazılarından yola çıkarak anlatacağım şeylerden ibaret. GEZGİN hocam benim yegane kaynağımdır. Ona burdan sonsuz teşekkür...
***

Öncelikle şunu belirtmek isterim. Kanallarla yapılan dizi anlaşmaları 13 bölümden oluşmaktadır. Ve yine yapımcıların oyuncularla kontrat yenilemesi her 13 bölümde bir yapılmaktadır. O yüzden bu 13 Bölüm kavramı bizim için önemli... 13 Bölüm kavramını aklınızdan sakın çıkarmayın. Dizi demek 13 bölüm demektir.

***

Hatırla Sevgili, Yabancı Damat ve İkinci Bahar isimli dizilerin senaristi Nilgün Öneş, bir röportajında şöyle der:

"Dizi projesi oluşturmanın asgari süresi 6 ay ile 1,5 sene arasındadır. Bu üç projenin de bir şekilde başarıya ulaşmasının altında uzun süren ön hazırlık aşaması yatmaktadır. Dizi projesi oluşturacak olanlara tavsiyem işlerini çok sıkı tutmaları ve ciddiye almaları. Yayından kaldırılan dizilerin çoğu üzerinde çalışılmamış ve aceleye gelen işlerdendir. 8 aylık ön hazırlık aşaması geçirmiş bir dizi, bir sezon boyunca sorunsuz bir şekilde ilerleyebilir."




Evet, üstad Nilgün hanım gayet doğru söylemiş. Şimdi senaryo yazmaya ilk heveslendiğim zaman başladığım bir dizi projesinin ne hale geldiğini anlatayım.




Aklıma bir konu gelmişti. ASALA operasyonları... Hemen ardından bir kaç baş karakter ve bir takım kronolojik olaylar dizisi... Hemen oturdum bilgisayarın başına ve 1.bölümün senaryosunu yazdım. Derken zihnim açıldı ve bu süreç yedinci bölüme kadar gitti. Ancak 8. bölümün ilk sahnesinin başlığını yazdım, başladım hindi gibi düşünmeye...




Şimdi ne olacak?




8. bölümde tıkanmıştım. Olaylar birbirine girmişti. Bir karakter bir bölümde iyimserse, diğer bölümde kötümser oluyordu. Karakterlerin hepsi birbirine benzemişti. 5.bölümde başladığım bir olayı unutmuş, 6.bölümde yeni bir olaya başlamıştım. Senaryo uçarcasına bir hızla ilerliyordu ve bir bölümde dünya kadar olay meydana geliyordu. Ama işte, bu işe yeni başlayanların o kendine güvenen tavrı, beni bu senaryonun çok güzel olduğuna ikna etmişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra çıktısını aldığım 7 bölümün hepsini sobada yaktım. Yanan kağıtlar, benim bu işte tecrübe kazandığımı gösterircesine alevlerin yüzüme yüzüme vurdu.




İşte yukarıda anlattığım olayın tek nedeni projemin ön hazırlık aşamasının yapılmamasıydı. İstenmeyen çocuk gibi bir anda oluvermişti. Kendimden verdiğim örnek yetecek değil tabi.. Bir de sektörden örnek verelim...




Herkes tarafından bilindiği için ilk örnek Kurtlar Vadisi Pusu olsun...




İlk seri gerçekten müthişti. Senaristler projeye Haziran 2002'de başlamışlar, dizi Ocak 2003'te yayına girmişti. Hazırlık süresi 6 ay... Ve her senaristin ders alması için izlemesi gereken bir dizidir. 3. seri olan PUSU ise çok büyük bir şekilde aksayarak ilerliyor. Her bölümde Polat'a bir pusu kuruluyor ve klişe yöntemler uygulanıyor gözüme sokulurcasına. Peki nedeni ne? Senaristler aptallaşmış mı? Hayır. Nedeni ön hazırlık. Senaristler projeye Şubat'ın ortasında başlıyorlar ve dizi Nisan'ın ortasında yayına giriyor. 2 ay... E 2 aylık bir hazırlıkla dizi yazarsan tabi ki de hikayen klişe dolar. Az bir senaryo bilgisine sahip biri dizinin ne kadar kötü yazıldığını anlar. Tabi bizim aklı başında olmayan Türk izleyicisi de ağzını açıp "çok güzel" diye izliyor.




Diğer bir örnek ise yayından kaldırılan Fesupanallah isimli dizi.




Bu dizi de hiç bir şekilde ön hazırlık yapılmamış hissi uyandırmıştı bende. Bir konuyu 3 bölüm uzatmanın sahneleri uzatmak olduğunu düşünen ve kendini senarist zanneden bir grup insan tarafından yazılmıştı dizi. Yahu bir dizide 13 dakikalık sahne olur mu ya? Yani az buçuk dizi izlemiş biri bile bilir bunu. Bir bölümde olabilecek en uzun sahne 4 dakikadır. Bu dizinin de ön hazırlık süresi 2,5 ay… Ünlü oyuncuların çok olmasının dizinin tutacağı düşüncesine yol açmasının ne kadar yanlış olduğunu da göstermiş oldu dizi.

İyi örnekler de var.

Mesela Nilgün Öneş’in İkinci Bahar’ı. Türk televizyonuna onun gibi bir dizi daha gelir mi bilmem. Bu dizinin de ön hazırlık süresi 14 ay… İçinizden diyorsunuzdur 14 ay bir projeye çalışılır mı? Ama 14 ay çalışıyorsun, 3,5 sene boyunca o 14 ayın acısını tatlı bir şekilde çıkartıyorsun.

Hocam Gezgin ile konuşurken bana şöyle demişti.

“Eğer bir dizi projen 2,5 ayda bitiyorsa, ya dahisin, ya da fena halde çalıntı yapmışsın.”

Bu söz bile çok şey anlatıyor aslında.

Ben de anlatacaklarımı 6 ay üzerinden anlatacağım. Bir plan yapılacaksa bu plan 6 ay üzerinden olacak. Diğer yazı da bu 6 ayda neler yapılabileceğinin şemasını vereceğim. 1 ay çalışıp 5 ay yatmak yok yani…

Senaryo Gruplarına Öneriler

Uzun bir süre 3 kişi çalıştığımdan ve artık "Senaryo Grubu Psikolojisini" iyi bildiğimden mütevellid, edinmiş olduğum izlenim ve tecrübelerimi siz değerli arkadaşlarımla paylaşmayı uygun gördüm.

Umarım faydalı olur herkes için...

Televizyon piyasasını elinde tutan senaristler hep bir grup oluşumundalar. Bunlara bir bakalım…

Bir İstanbul Masalı, Hırsız Polis, Bıçak Sırtı: Neşe Şen-Gaye Boralığolu
Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe: Ece Yörenç, Melek Gençoğlu
Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi, Eşref Saati: Raci Şaşmaz-Bahadır Özdener-Cüneyt Aysan
Pusat, Pars Narkoterör, Acı Hayat: Aybars Bora, Onur Şener, Selman Kılıçarslan
Fikrimin İnce Gülü, Kırık Kanatlar: Rüya İşçileri


Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Hatırla Sevgili, İkinci Bahar, Yabancı Damat : Nilgün Öneş

Mahinur Ergin, Meral Okay vb…

Bir tek Gülse Birsel var tek çalışan….

Bunlar Türk televizyonunu kaplamış olan insanlar… Ve hep beraber çalıştıkları bir arkadaşları var… Yalnız çalışmaktan çok büyük avantajları var, grup çalışmasının. Ama yalnız çalışmanın da tadı başkadır…

***

Herkes gibi bu işe başlarken yalnızdım. Öğrenme aşamasında olduğum için (hala da öyleyim) başkalarıyla çalışmak ilgimi çekmiyordu. Başkalarının hikayemi berbat edeceğini düşünüyordum.

Bir iki projem böyle yalnız geçti.

Sonra, bir arkadaşıma, duygularımı, düşüncelerimi, hayallerimi, yapabileceklerimizi anlattım. Demek ki onun da içinde varmış ki böyle bir şey, beraber çalışmaya başladık. İlk başlarda biraz sıkıntı çektik. Çünkü arkadaşım senaryo bilgisine sahip değildi ama müthiş bir yaratıcı zekası olduğu için ona güvendim. Sonra alıştık ve yalnız çalışamaz olduk. Şimdi hala yalnız çalışamıyoruz.

Bazen, yaptığımız senaryo toplantılarında gerginlikler oluyor, tansiyon yükseliyor, zaman geliyor tepine tepine gülüyoruz. Bazen ikimizin de morali sıfır oluyor, tek kelime yazmadan toplantıyı bitiriyoruz. Bunlar normal...

Benim bu süre zarfında edindiğim en büyük tecrübe şu:

"SAMİMİYET"

Gerçekten samimiyet olmadan hiç bir şey olmuyor. Grubundaki kişiye istediğin gibi takılamıyorsan, ona ne düşündüğünü anlatamıyorsan, her şeyden önemlisi ne hissettiğini ona açıklayamıyorsan iş gerçekten çok zorlaşıyor.

Aslında bizim en büyük avantajımız, aynı yurtta ve okulda aynı sınıfta olmamız olabilir. Böyle bir statüde ister istemez samimiyet oluşur ama diğer türlü de samimiyetin kurulamayacağı anlamına gelmez.

Yani sizin grubunuzdakilerle iyi anlaşmanız için aynı sınıfta ya da aynı işyerinde olmanız gerekmez.

Peki yeterince samimi olmazsak ne olur?

Yeterince samimiyet kurulmadığı zaman, grup üyeleri birbirinin arkasından farklı düşüncelere yönelebiliyor. Toplantı esnasında,kafasına takılan bir şeyi yüzüne karşı rahatça söylemektense, toplantı dışında bunu başkalarıyla paylaşabiliyor.

Ben böyle bir ortamdan sağlam fikirlerin çıkabileceğini düşünmüyorum.

Ama, samimiyet dozu yerindeyse, aklına takılan bir şeyi rahatça sorabiliyorsan, tartışmaktan çekinmiyorsan, az önce bağırdığın, kızdığın arkadaşına toplantı sonrası; "Naber lan" (ya da farklı bir şey) diyebiliyorsan, işte o masadan çıkan fikirler daha bir tatlı oluyor.

O zaman ilk çıkarsamamızı yapabiliriz:

SAMİMİYET

***

Diğer bir unsur ise: EŞİTLİK

Ben arkadaşımla birlikte çalışırken aramızda hiçbir fark yoktur. O, senaryonun teoriksel kısmında eksik olsa bile ikimiz de aynı bilgideymişiz gibi algılarız.

Benim, kabul etmediğim bir satır, onun kabul etmediği bir kelime yazılmaz. Aynı zamanda fikrimi kabul etmedi diye birbirimize kızmayız.

Burada proje sahibinin kim olduğu ikimizin de aklına gelmez. Yani ben ona "Bu proje benim kardeşim, ben ne diyorsam o" gibi ilkel bir cümle sarf etmem.

Ortaya atılan fikir ne kadar güzel olursa olsun ikimiz de aynı anda sevmiyorsak, ikimizi de heyecanlandırmıyorsa, o fikir senaryoya girmez.

Çünkü benim göremediğim bir eksiği mutlaka görmüştür.

Eğer, ben "Bu sahnede X karakteri koşar" diyorsam, niye koştuğunu ona anlatmak zorundayım. O da aynı şekilde... Birbirimizi ikna etmeden hiç bir şey yazmıyoruz.

(Mesela bir röportajda Yaprak Dökümü'nün senaristlerinin senaryoyu bölüştüklerini duydum. Tretmanı çıkardıktan sonra senaryoyu bölüşüp diyalogları tek çalışarak yazıyorlarmış. Çok garip... Tercih meselesidir ama bilmiyorum yine de... Pek sağlıklı değil... )

Ama bu yazdıklarımın fikir üretilmesine engel teşkil ettiği anlaşılmasın.

İkimiz de bilinç altı denen mekanizmanın nasıl çalıştığını bildiğimiz için, birbirimizi kesinlikle kısıtlamıyoruz. Olabildiğince fazla fikir üretmeye çalışıyoruz. Ve saçma, pahalı, uygulanamaz olmasına önem göstermiyoruz.

Yani, çok ciddi bir aşk hikayesi kurgularken “Kızın babası, uzay/zaman düzleminde gidip gelebilen bir dinazorun soyundan geliyor olsun.” gibi bir düşünce ortaya atılıyorsa, o toplantıda kim bilir nasıl bir muhabbet dönüyordur siz düşünün #61514;

Diyebilirsiniz ki; bunun size ne faydası oluyor?

Şöyle bir faydası var: Saçmalama özgürlüğümüzü kullanınca cesaretimiz artıyor. Bilinç altımızı ele geçiriyoruz ve o da (bilinç altı) bize farklı, orijinal fikirler göndererek, bizi ödüllendiriyor.

Gezgin Hocam’ın bir örneğini vermek istiyorum:

Terminatör’ün yazarı James Cameron ve arkadaşı Terminatör 2’yi yazmak için masa başına geçtiklerinde şöyle bir fikir çıkmış: Terminatör bu filmde iyi rolde olsun.

Daha sonra bu fikrin saçma olduğunu düşünüp gülüp geçmişler. Ama sonra saçma olarak düşündükleri bu fikre dönerler, filmin konusunu bu fikre göre kurarlar ve muhteşem bir film yaparlar.

Saçma fikirlere çok iyi bir örnek…

***

Diğer bir unsur ise İŞ BÖLÜMÜ

Amerika’da böyle işler vardır. Mesela, yabancı dizileri izliyorsanız, WRİTİNG bölümünde her bölüm farklı birinin ismi yazar. Ama CREATİNG diye bir faktör de vardır.

LOST dizisinin CREATİNG’i J.J Abrams’dır. İlk bölümün senaryosunu yazar sonra diğer senaristlere bırakır. Ama sürekli işin içindedir. Denetler, katkıda bulunur. Ekibin başıdır.

Bu bir bakıma olağan karşılanabilir…

Ama bizde Tretman Ekibi diye bir ekip vardır. Benim hala daha kafamın almadığı bir konudur. Ya ben dizimin tretmanını niye başkasına yazdırayım? Diyaloglarımı neden başkası yazsın? Çok garip…Bana bu konuyu anlatabilecek olanları dinlemeye hazırım…

O yüzden size tavsiyem böyle işlere girmeyin. Sinopsisi de, tretmanı da, diyalogu da beraber yazın. En iyisidir…

Ha eğer yazamıyorum diyorsanız… Yapabileceğiniz tek şey var:

ÖĞRENMEK…

Kimse, bu işi anasının karnında öğrenmemiştir. Allah vergisi yetenek başka bir konudur. Ama bizler de bu işi tırnağımızla kazıyarak öğrendik. O yüzden gruptaki arkadaşlarınıza bu şekilde davranmak yanlıştır diye düşünüyorum…

Bunlar benim kendi tecrübelerim…

Kesinlikle “kesin” kurallar değildirler ama uygulanırsa da iyi sonuç verecek şeylerlerdir.

Takdir sizin…

8 Şubat 2008 Cuma

AMERİCAN GANGSTER

Divx denen olayın gözünü seveyim. İnternette dolaşan filmler her ne kadar sahiplerine emek hırsızlığı yapıyorlar dedirtse de yakın zamanda bunu önüne geçilebileceğini düşünmüyorum.

*** ***

Divx'in son nimetinden geçen gün faydalandım ve ülkemizde gösterime henüz giren American Gangster filmini daha Türkiye'ye gelmeden önce izleme fırsatım oldu.

Filmin yönetmeni, Gladiatör, Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü) Kingdom Of Heaven (Cennetin Krallığı) filmlerinin yönetmeni Ridley Scott. Bir de kardeşi vardır Tony Scott. O da, Men On Fire (Gazap Ateşi), Enemy of The State (Düşman Hattı) ve Deja Vu filmlerinin yönetmenidir. Anlayacağınız bu iki kardeş, Hollywood'da başarılı işlere imza atan cevval insanlar.

American Gangster filminin çekileceğini duyduğum zaman bir hayli heyecanlanmıştım. Çünkü yönetmeni Ridley Scott ve oyuncuları Denzel Washington, Russel Crowe idi. Konusu da mafya olunca filmin tadından yenmez olacağı hissine kapılıp beklemeye başladım.

Film, Wietnam savaşının yaşandığı günlerde geçiyor. Denzel, Wietnam'daki kuzeni vasıtasıyla aşırı kaliteli ve ucuza mal ettiği uyuşturucuları Amerika'da pazara çıkarıyor. Bu mallar sayesinde piyasadan herkesi silen Denzel, Amerika'nın en büyük mafya babası haline geliyor. Ancak bunu bilen çalıştığı insanlar dışında hiç kimse. Herkes onu büyük bir iş adamı zannediyor. Ayrıca bir zamanların Amerika'sının (belki hala öyledir) pisliğe batmış halini izleme şansımız oluyor. Ridley Scott'un yüksek kaliteli prodüksiyonu bize bu duyguyu fazlasıyla hissettiriyor.

Russel Crowe ise, ailevi sorunlar yaşayan bir polis. Filmin ilk başlarında Denzel ile Russel arasında yaşanacak çatışmayı merak etmeye başlamıştım. Ancak bir türlü olmadı. İlk 45 dakika boyunca bu iki insan hiç karşı karşıya gelmediler. Birbirlerinden haberleri bile yok. Oysa, bir filmde kahraman ile düşman ara ara karşı karşıya gelmeli ve birbirlerine meydan okumalılar. Bu çatışmanın düzeyini arttırarak gerilim oluşmasına vesile olur.

Russel'ın aslında uyuşturucu baronunun Denzel olduğunu öğrenmesi filmin sonuna doğru oluyor. Oysa, ikinci perdenin başında bu bilgi gelseydi, bu ikili film boyunca çatışacak, biri kaçacak, diğeri kovalayacaktı. Onun yerine bize, hikayeye katkısı olmayan bir sürü şey izlettiler.

Filmdeki çatışma, yok denecek kadar zayıf kurulmuş. Oysa, daha heyecanlı yapılabilirmiş gibi geldi bana. Asllında şöyle bir şey de var: Filmin senaryosu gerçek hayattan alınma. Birinin hayat hikayesi şeklinde. Ama hayat hikayesi de olsa, neticede sinema yapıyorsunuz. Hikayenin üzerinde oynama hakkına sahipsiniz. Belgesel zihniyetiyle yapılan hayat hikayesi filmlerinden biri. Filmin süresinin 2 saat 37 dakika olmasına da bir anlam veremedim.

Çatışma unsuru genelde sahnelik kullanılıyor ve birbirlerine racon kesen adamların kavgalarını izlerken biraz geriliyoruz o kadar.

Filmde, çok fazla karakter var ve hepsini akılda tutmak bazen zorlaşabiliyor.

Denzel'e kötü rol bir hayli yakışıyor. Gerçekten hakkını vererek yapmış. Russel Crowe ise Gladiator ve Akıl Oyunları'ndaki performansından biraz mahrum kalmış gibi.

Neticede American Gangster filmi bekleneni vermeyen bir film. Ancak, racon görmek isteyen, çatır çatır şiddet işleyen karakterler izlemek isteyenler için ideal bir film. Hikayesine bakıp, büyülenmek isteyenler için ise hayal kırıklığı.

KOLAY GELSİN...