30 Ağustos 2009 Pazar

FİLM NOTLARI - 3

THE BOY İN THE STRİPPED PYJAMAS (2008)

John Boyne'nin romanından uyarlanmış enfes bir film. Schindler's List'i izlemek henüz nasip olmadı ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, şu ana kadar izlediğim en güzel "Yahudi Soykırımı" filmi. Masmavi gözlü bir çocuğun gözünden, aynı konulu diğer filmler gibi hiç bir şekilde "duygu sömürüsüne" mahal vermeden o dönemi yansıtmayı başarmış. Çocuklar süper rol yapıyor, Eva Farmiga ise sadece olağanüstü güzellikteki gözleriyle oynuyor, müzikler süper, hikaye süper, final çok süper... Tavsiye edilebilitesi yüksek... İzleyin kesin...

12 MONKEYS (1995)

En iyi zaman yolculuğu filmleri kategorisinde ilk 10'a girmeyi başarmış güzel bir film. Artık bu tarz filmlerin hikaye tarzlarıyla çok ilgilenmiyorum. Çünkü onlar hikayelerinden ziyade yansıttığı başka şeyler itibariyle bulundukları yeri haketmişler. Ama bu filmin eli düzgün bir hikayesi hali hazırda mevcut. Güzel...

RAGİNG BULL (1980)

Total Film dergisinin yayınladığı gayri resmi listeye göre Martin Scorsese dünyanın en iyi ikinci yönetmeni. Birincisi kim mi? Tabi ki Alfred Hitchock... Ve ben Martin Scorsese'nin bulunduğu yeri fazlasıyla hakettiği gerçeğine bu filmle şahit oldum resmen. Baş yapıt... Araştırın ve bulup izleyin. Yazacak bir şey bulamıyorum zira... Elim ayağım birbirine dolaşıyor.

DR. SRANGELOVE ..... (1964)

Stanley Kubrick'e selam çakmadan olmaz. Soğuk Savaş ve daha bir çok politik sorunsala kara mizah cenahından yaklaşarak çektiği bu film onun en iyi eseri olarak nitelenir. Bugün çekilse o kadar anlam ifade etmeyebilir ama, soğuk savaşın en cafcaflı döneminde böylesine cesur söylemler taşıyan bir film çekmek yürek ve bilek ister. Ayrıca IMDB tarafından en iyi komedi filmi seçilmiştir. Kubrick abi bu. Adam aksiyon, savaş, bomba, psikopatlık, mizah karışımı bir film çekiyor ama film mezkur mertebeye layık görülüyor. Zaten böyle olmasaydı Kubrick, Kubrick olamazdı vesselam... Hemen izlenmeli, saklanmalı, üzerine sayfalarca yazı yazılmalı...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

FİLM NOTLARI - 2

SHAWSHANK REDEMPTİON (1994)

Aslında filmle ilgili çok fazla bir şey söylemye gerek yok. Zaten istatistiklerdeki konumu onu yeterince betimliyor. Stephen King'in romanından uyarlama bir filmdir kendisi. Özellikle esarete, cesarete, dostluğa, kararlılığa yaptığı göndermelerle belki de edebi bir metin niteliğinde. Morgan Freeman manyak bir adam. Bu kadar güzel çaresiz insan rolünün altından başka kimse kalkamaz.



PHİLADELPHİA (1993)

Tom Hanks'e, en iyi actor oscarını kazandıran film. Denzel Washington ile birlikte döktüre döktüre bi hal oluyorlar. Özellikle Tom Hanks'in AIDS'li rolünü başarıyla itmam etmesi de Academy üylerinin dikkatini çekmiş. Zaten, zorlu süreçleri olan hastalıkları en iyi yansıtan oyuncular genelde Oscar'a layık görülüyorlar. (Rain Man'daki Dustin Hoffman'ın otistik rolünü hatırlayın)

Film için çok fazla bir şey denmez aslında. Gay'leri dışlamayın, onlar da bizim evladımız mesajını veriyor o kadar. Başka da bi şey yok.

ANNİE HALL (1977)

Woody Allen'e Oscar kazandıran film. Deane Keaton ile beraber oynuyorlar başrolde. Woody Allen'in Osman Sınav'a benzediği zamanlar. Ama ben filmden sonra şuna kanaat getirdim: Woody Allen tam bir manyak. Film boyunca aralıksız konuşuyor. Neden Oscar aldığını henüz çözemesem de eğlenceli bi film... Enteresan...

VANTAGE POİNT (2008)

Güzel, hoş ama her zaman ki gibi klasik aksiyon filmlerinden değil. Özellikle hikayesini anlatma tarzı güzel. Farklı bir şey denenmiş. Ama o sondaki ambulans sahnesinde yarıldım gülmekten.

GOODFELLAS (1990)

Gelelim Martin Scorsese'e... Bu adamın filmleri çok eğlenceli geliyor bana. Kendisi de Francis Ford Coppola gibi İtalyan asıllı olduğu için midir nedir, onun da objektifi hep Gangster dünyasında. Genelde yaptığı filmler piyasa filmi niteliğinde olsa da, içinde her zaman insani değerlere ilişkin bir sorgulama mekanizması çarkı dönüyor.

Goodfellas ise hikayesiyle, oyunculuğuyla sinema tarihine adını çoktan yazdırmış. Ben çok beğendim. Suç dünyasına ilişkin bir güzelleme... :)

THE DEPARTED (2006)

40 yıl sonra Martin Scorsese'e Oscar kazandıran film. 40 yıl sonra dediğim, Scorsese 40 yıl önce Oscar almadı. 40 yıldır Oscarlık filmler yapmasına rağmen bir türlü alamadı. İşlediği konular yüzünden Academy üyelerinin hep ters baktığı bir isim oldu. Ama şeytanın bacağını da kırdı en sonunda. Özellikle oyuncu kadrosu süperdir filmin. Ama The Departed eski başyapıtları kadar başarılı olmamasına rağmen Oscar almıştır ki, bu da Scorsese'nin talihi, ya da talihsizliği olsa gerek.

TAXİ DRİVER (1976)

Ben hiç birşey demiyorum. Araştırın, izleyin...

Scorsese'nin kendini aleme tanıttığı film. Robert De Niro... "Are you talking to me?" Çok yüzeyse ve basit görnmesine karşın içinde barındırdığı yüzbin tane anlamı sahnelerin içine, hatta oyuncuların gözlerine yedirmiş Scorsese... Helal olsun... Valla helal olsun. Ha bu arada, film, Cannes'te Altın Palmiye de almıştır. Hatta Amerika'da olay olmuştur. İnsanlar kahraman Travis Bickle gibi yeşil mont giyip, gangster avlamaya başlamışlar ve Scorsese'e bu yüzden dava açılmış... Demek ki böyle şeyler sadece biz de yaşanmıyormuş...

25 Ağustos 2009 Salı

FİLM iZLEME REHBERİ

Biz, genç ve hevesli sinemacı adayları için film izlemek olağan işlerden biridir. Ama bu olağanlık, ciddiyetsizlik ve düzensizlik manasını ihtiva etmemektedir. Film izlemek her yönüyle çok büyük ciddiyet gerektiren bir iştir. Aksi takdirde boşa geçen 2 saatin hesabını vermek zorunda kalabilirsiniz. Kime mi?

Tabi ki kendinize...

***

Bu yazıda film izlemenin adab-ı muaşereti, bir yol haritası olduğunu anlatmaya çalışacağım acizane, nacizane... Kem göze değil, istifade etmek isteyene... (kahve falı gibi oldu lan!)

***

Şimdi efendim... Malumunuz Türkiye'de orta kuşaktaki insanların hemen hemen hepsi az da olsa film izliyor. Yani Türkiye'de en yüksek gişe rakamlarına da baktığımızda 4,5 milyon gibi bir rakama ulaşıyoruz ki bu sadece sinemaya gidenlerin sayısı. Bir de bunun DVD, VCD, TV, KORSAN gibi çeşitli teknolojik mevyeler sayesinde izleyenleri de var. Onları da hesba kattığımızda Türkiye'de film izleyen mutlu azınlığın sayısına ulaşabiliyoruz.

Şimdi burada biraz bencillik yapmamız lazım...

Bizler sinemacı adayları olarak bu rakamların neresinde yer alıyoruz?

Bu sorunun cevabı normal şartlar altında "Hiç bir yerinde" olması gerekir.

Neden?

Devam edelim...

***

Bir insan neden film izler?

Çok basit... Güzel vakit geçirmek için...

Peki bir sinemacı insan neden film izler?

Güzel vakit + sinema tecrübesi...

Demek ki bizlerin sinemaya bakışı daha farklı olması gerekir... Peki bu farklılığı nasıl yakalayacağız?

Devam edelim...

***

1-) Film seçiminde dikatli olmak en önemli koşuldur. Herhangi bir Divx sitesine girip, yeniler kısmının ilk sırasındaki filmleri indirip izlemek sinemacıya yakışmak... Film seçimi 4 kategoriye ayrılır:

a-) Oyuncusuna Göre Seçim: Ciddi manada film izlemeye yeni başlayanların tercih edeceği yoldur. Zira bu insanların sinemacılar hakkında çok fazla malumatı olmadığı için, görünen yüzleri, yani oyuncuları takip ederler ki ilk başta olması gereken de budur. Mesela, Denzel Washington'un filmleri, Will Smith filmleri, Clive Owen filmleri gibi...

b-) Yönetmenine Göre Seçim: Ciddi manada film izlemek isteyen insanların ikinci kademesini teşekkül eder. Bu insanlar artık oyuncuya göre değil, yönetmeninine göre film takip eder olmuşlardır. Yönetmenin tarzı, çekim teknikleri, kullandığı sinema dili, görselliği gibi konuları merak ederek işe koyulurlar ve bunlar hakkında yorum yaparak yönetmen hakkında kendi çaplarında bir kanıya varmaya çalışırlar. Coppola Sineması, Scorsese Sineması, Antonioni Sineması gibi...

c-) Senaristine Göre Seçim: Bu kategori pek az rastlansa da "Yönetmene Göre Seçim" kısmının biraz üstündedir. Çünkü genelde yönetmenler kendi yazdıkları senaryoları filme çekerler. Ama bunun yanında William Monahan, David Koep, Terry Rossio, Charlie Kaufmann gibi salt senaristlik yapan abiler de mevcuttur. İşte bu evredeki insanlar da bu abilerin filmlerini takip ederler.

d-) Sinema Diline Göre Seçim: Bu kısımda yer alan insanlar, Kohlberg'in Ahlak Gelişim Kuramı'ndaki "Evrensel Ahlak" kısmında yer alan insanlar gibidirler. Yani aşmışdırlar ve sinema izleyiciliğinin son noktasını temsil ederler. Film tercihlerini "İtalyan Gerçekçiliği, Rus Devrim Sineması, Fransız Sineması, İran Sineması, Kuzey Doğu Avrupa Sineması" gibi kategorilere ayırarak izlerler ve yukarıda saydığımız üç maddeye de vakıftırlar. Zaten ilk 3'ü aşmadan 4'e ulaşmak na-mümkündür.

2-) Film izlemek zaman, emek ve yüksek miktarda Konsantrasyon ister. O yüzden sıkışık zamanlarda film izlemeye çalışmayın.

3-) İzlediğiniz filmleri tekrar tekrar izlemekten sıkılmayın. Bu bir zorunluluktur. Zira Martin Scorsese, "Ben bugün bir Taxi Driver çekebildiysem, bunu sevdiğim filmleri tekrar tekrar izlemeye borçluyum" der.

4-) İlk izlediğiniz de olmasa bile, (aslında olması gerekir) ikinci izleyişinizde yanınızda mutlaka kağıt kalem bulundurun. Siz bir sanatçısınız ve sizi cezbeden yerleri,noktaları, görüşlerinizi, özgürce yazma hakkına sahipsiniz. En nihayetinde VİVA LA LİBERTAD!!

5-) Yeni çıkanları da kaçırmamak ve ihmal etmemek şartıyla daha çok eski filmleri izlemeye çalışın. Çünkü arık gelişen teknolojiyle birlikte daha insani filmler az yapılır olmaya başladı. Bunda Holivud'un kapitalist zihniyetinin de çok büyük payı var. Ama en büyük suç izleyicide.

6-) İzlediğiniz filmleri bir liste halinde düzenleyin ve vizyon tarihine, yönetmenine, senaristine, oyuncusuna dikkat edin. Arada bir bu listeyi alıp okumak, incelemek zihninizi açacaktır. Böylece işe daha fazla vakıf olursunuz...

7-) http://www.imdb.com/ gibi bir nimeti kesinlikle göz ardı etmeyin. Buradan her türlü sinemacıyı takip etmek çok kolay... Eski filmleri, gelecek filmleri vs...

8-) En önemlisi ise sinemaya gitmek... Hocam GEZGİN'e göre, sinemada film izlemek çok kutsal bir iştir. Ciddiyet ister. Cebinde parası olan sinemacı adayı vakit buldukça, parası olmayan sinemacı adayı ise cebinde parası oldukça sinemaya gitmelidir.

9-) Sinemaya gitmekten de daha önemlisi... Yazmak... Evet yazmak.... İzlediğiniz her filmin sonunda bir cümle de olsa yazın... Örnek: "Bu ne lan? Böyle film mi olur?"

Diyebilirsiniz ki bunu yazmanın ne faydası var? Şöyle ki, siz bu kısa cümleyi yazmakla aslında çok şey ifade ettiniz. Bu kısa cümle sizin zihninizdeki uzun cümlelerin kolaya kaçılmış dışa vurumu. Ve aslında yazmaktan kasıt düşünmek, fikir yürütmekse her şey yolundadır. Bu kısa cümle size çok şey kazandırmıştır.

Tıpkı Gezgin hocamın dediği gibi...

"Less is more" (Az aslında daha çoktur)

SAYGILAR...

ÇEVİRİ SORUNU

Bugünlerde elimde Ernst Hemigway'in ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR isimli eseri var. Yazarın en tanınmış kitaplarından biridir. Ta ki ona nobel ödülü kazandıracak kadar.

Geçenlerde bir yayınevi (ismi lazım değil) Hemingway'in bütün eserlerinin yayın hakkını satın aldı. Türkiye bu yayınevinden başka bir yayınevinin Hemingway'in eserlerini basması, yayınlaması yasak. Yani bir tekel söz konusu... Ama işte bu tekelcilik iyi bir şey değil.

Özellikle de yeteneksiz bir çevirmene sahipseniz.

Kitabın ilk 200 sayfasında 34 tane cümle kurma hatası, özne yüklem uyumsuzluğu hatası, yüklem sıralama hatası gibi bir sürü hataya rastladım. Hepsini de tek tek not aldım ve saydım. (yayınevine mail atacağım) Üstelik bunlar o kadar aleni ki, bunları fark edebilmek için herhangi bir eğitime gerek yok. Lise mezunu biri bile çok rahat deşifre edebilir bu ilkokul mezununun bile yapmayacağı zottirikten hataları...

Anlamadığım nokta şu:

Bu X yayıncılık, madem Hemingway gibi kolay yutulmaz bir lokmayı ağzına atmaya çalışıyor, o zaman neden ağzında hala takma diş var? Baş yapıtın altına girmek sadece kitapların altında senin yayınevinin amblemi olması demek değil ki. Hem kapitalist geçiniceksin, hem de pazarlama stratejisinden haberin yokmuş gibi davranıp yeteneksiz çevirmenlerle başyapıt çevirmeye çalışacaksın.Bu işte bir terslik var.

Daha ağzının içindeki dili çeviremeyen adama başyapıt çevirtmeye kalkarsanız, o da "Uygulamalı Örnekli Dilbilgisi Yanlışları Fasikülü" hazırlar, siz Hemingway satıyoruz diye böbürlenir, okuyan insanlar da baş yapıt okuyoruz diye gökyüzüne her şey dahil seyahata çıkar. Olan da dikkatli ve sağlam okuma yapmak isteyen biz zavallılara olur.

Bıktım artık ya... Valla bıktım...

8 Ağustos 2009 Cumartesi

SİZ, SİZ OLUN...

Evet...

Siz, siz olun asla severek ayrılmayın... Allah kimsenin başına vermesin...

Ne alaka diyebilirsiniz... Cevap çok basit: Kel alaka...

Çünkü bu cümleyi birilerine söylemesem çıldıracaktım. Ben de söyledim ve rahatladım...

Şimdi rahat rahat uyuyabilirim...

O nasıl olacaksa artık? (!)